roman

Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği, Milan Kundera

Bir gün, bir kafenin camının gerisinde gördü onu. İki kadın arkadaşıyla birlikte oturuyordu. Durmadan ağız burun oynatmaya olan aşırı düşkünlüğünden dolayı zaten kırışıklıklarla çizgi çizgi olmuş yüzü gene kıpır kıpırdı. Kadınlar yaklaşmış, onun söylediklerini dinliyor, durmadan kahkahalar atıyorlardı. Franz onlara kendisinden sözettiği duygusunu bir türlü üstünden atamadı. Franz’ın onunla yaşamaya karar verdiği gün Sabina’nın Cenevre’den çekip gittiğini biliyordu kuşkusuz. Ne komik bir hikaye, değil mi! Karısının arkadaşlarının alay konusu olmasına şuncacık şaşmadı Franz.

Günün her saatinde Saint-Pierre Kilisesi’nin çanları duyulan yeni dairesine döndüğünde, mağazadan yeni yazı masasının gelmiş olduğunu gördü. Marie-Claude’la arkadaşlarını unuttu. Hatta bir an Sabina’yı bile unuttu. Yazı masasının başına oturdu. Bu masayı kendi eliyle seçtiğine memnundu. Yirmi yıl boyunca kendi seçmediği eşyalar arasında yaşamıştı. Her şeyi Marie-Claude seçmişti. İşte şimdi küçük bir çocuk olmaktan çıkmıştı; yaşamında ilk olarak kendi başınaydı. Ertesi gün bir kütüphane yaptırmak üzere marangozla görüştü. Kütüphanesinin planlarını çizip evinin neresine yerleştireceğini düşünerek günler geçirdi.

Sonra öyle bir an geldi ki, büyük bir şaşkınlıkla çok da mutsuz olmadığını fark etti. Sabina’nın varlığı sandığından çok daha az önemliydi. Önemli olan, onun kendi yaşamında bıraktığı altın ayak izi. Yaşamının ufkundan kaybolup gitmeden önce Franz’ın eline o Herkül süpürgesini tutuşturuvermişti Sabina; Franz da bunu eline alıp yaşamında hor gördüğü her ne varsa süpürüp atmıştı. Ansızın gelen bir mutluluk, bir tamamlanmışlık duygusu, özgürlükten ve yeni bir yaşamdan kaynaklanan bir sevinç -Sabina’nın ona bıraktığı armağan-lar bunlardı işte.

Aslında her zaman gerçek olmayanı gerçek olana yeğlemişti. Nasıl kendini öğrencilerle dolu bir anfide değil de gösteri yürüyüşlerinde iyi hissediyorsa (ki demin de söylediğim gibi bunlar tümüyle oyundu, rüyaydı), ‘görünmez tanrıça’ Sabina ile de, birlikte bütün dünyayı gezdiği ve hep kaybetmekten korktuğu Sabina ile olduğundan çok daha mutluydu. Sabina ona kendi başına yaşayan bir adamın beklenmedik özgürlüğünü sunmakla tepesine bir çekicilik halesi kondurmuştu. Kadınlara müthiş çekici gelmeye başladı ve öğrencilerden biri ona aşık oldu.

İşte böylece inanılmayacak kadar kısa bir süre içinde yaşamının arka planı tümüyle değişti. Kısa bir süre öncesine kadar orta sınıfın yüksek gelir grubundan birinin oturabileceği bir apartman katında uşağı, karısı ve kızıyla birlikte oturuyordu; şimdiyse kentin eski mahallelerinden birinde, her gece öğrenci sevgilisi ile birlikte olduğu küçücük bir dairede. Sevgilisine, onu o otelden bu otele gezdirerek eşlik etmek zorunda değildi artık; onunla kendi dairesinde, başucu masasında kendi kitapları ve kül tablası duran kendi yatağında sevişebilirdi.

İddiasız bir kızdı, fazla gösterişli de değildi ama Franz’a, Franz’ın çok yakın bir geçmişte Sabina’ya duyduğu hayranlık gibi bir hayranlık duyuyordu. Franz bundan hoşlanmamazlık etmedi. Sabina’yı gözlüklü bir öğrenciye değişmeyi için için bir çaptan düşme saydıysa bile, doğuştan iyi bir insan olduğundan kızı sevmeyi, ona yakınlık duymayı becerdi ve ona hiçbir yere aktarmak fırsatını bulamadığı bir baba sevgisi sundu. (Öyle ya, Marie-Anne her zaman için kızından çok Marie-Claude’un bir kopyası gibi davranmıştı.)

Günün birinde karısını görmeye gitti. Ona yeniden evlenmek istediğini söyledi.

Marie-Claude başını salladı.

“Ama boşanmamız senin için ne fark eder ki! Bütün mal mülk sende kalsın.”

“Mal mülk önemli değil benim için,” dedi kadın.

“Peki, nedir önemli olan?”

“Aşk” dedi karısı gülümseyerek.

“Aşk mı?” dedi Franz şaşkınlıkla.

“Aşk bir meydan savaşıdır,” dedi Marie-Claude, gülümsemeyi sürdürerek. “Ve ben savaşı sürdürmek niyetindeyim. Sonuna kadar.”

“Aşk bir meydan savaşı ha?” dedi Franz. “Eh, öyleyse benim savaşmaya niyetim yok,” dedi ve çıkıp gitti.

Cenevre’de dört yıl oturduktan sonra Sabina, Paris’e yerleşti, ama orada da melankoliden kurtulamadı. Ona ne olduğunu soracak olsalar, kendisi de cevap vermekte güçlük çekerdi.

Yaşamımızdaki sarsıcı durumları dile getirmek istediğimizde, ağırlık belirten eğretilemelere başvurmak eğilimindeyizdir. Bir şeyin bizim için büyük bir yük olduğunu söyleriz. Ya taşırız bu yükü ya da beceremez, okkanın altına gideriz, bu yükle didişir, kazanır ya da kaybederiz. Ya Sabina – sahi ne olmuştu ona? – Hiç. İçinden terk etmek geldiği için bir erkeği terk etmişti. Erkek onun peşinden mi gelmişti? Ondan intikam almaya mı çalışmıştı? Hayır. Sabina’nın dramı ağırlığın değil, hafifliğin dramıydı. Onun payına düşen yük değil, varolmanın dayanılmaz hafifliğiydi.

O zamana kadar ihanetleri heyecan ve neşeyle doldurmuştu içini. Çünkü yeni ihanet serüvenlerinin yolunu açıyordu önünde. Peki, ya bütün bu yolların bir sonu varsa? İnsan ana-babasına, kocasına, ülkesine, aşkına ihanet edebilirdi ama ana-baba, koca, ülke ve aşk elden gidince ihanet edilecek ne kalıyordu geriye?


Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği, Milan Kundera – Roman, Bir Kısmı
Kaynak: Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği, Milan Kundera, İletişim Yayınları
Gönderen: Samet Altun, (30.09.16, 12.00)