hikâye

Önce Ekmekler Bozuldu, Oktay Akbal

Önce ekmekler bozuldu, sonra her şey… Çünkü yeryüzünde savaş vardı. İnsanlar sebebini bilmeden, düşünmeden ölüyor, öldürüyorlardı. Savaş kelimesi dünyanın her yerinde en çok kullanılan söz olmuştu. Radyolarda marşlar, nutuklar, şaşkın insan sürülerinin üzerine savruluyor, gazeteler korkuyla okunuyordu. Tramvaylar, vapurlar sabahları, akşamları tıklım tıklım, daima aceleci, sinirli, telâşlı bir kalabalığı şehrin bir ucundan öteki ucuna taşıyıp duruyorlardı.

İnsanlar kütle halinde olduğu gibi, kişi olarak da başkalaştılar. Meselâ savaştan önce bir insan işine gitmek için tramvay caddesine çıktığı zaman ilk olarak gökyüzüne bakar, mavi olduğunu görünce sebepsiz bir sevinç duyar, vakti varsa ağaçlar altından yürümeyi düşünür, adımları kaldırımlarda gezerken birtakım hayaller kurardı. Şimdi ise insanlar göğün mavi ya da siyah olmasına aldırış bile etmiyorlardı. Hepsi eski hallerini kaybetmişlerdi. Hepsi telâş içindeydi. Hepsi yalnız kendini düşünüyordu. Hayal kurmak artık geçmişte kalmıştı. Savaş zaten ilk önce hayalleri yok etti.

Ben barış günlerinde lise öğrencisiydim. Günün erken saatlerinde kalkmam gerekirdi. Bense her sabah geç uyanırdım. Acele acele kahvaltımı eder, giyinir, sokağa fırlardım. Caddeden gitmek hoştur, insan başkalarını seyreder, tramvayların gidiş gelişlerini görür, vitrinlere bakar, gazetelerin başlıklarına, dergilerin kapaklarına göz atar. Ama ben kestirme olduğu için arka sokaklardan gitmek zorundaydım. Okul zaten uzakta değildi. Büyük kapıdan geçer geçmez kapıcı başını sallardı, zil henüz çalınmıştır, anlardım. Hemen merdivenlerden tırmanıp sınıfa koşardım. Biraz sonra öğretmenimiz cebir dersine başlardı. Günün ilk dersi daima iyi dinlenir, cebir de olsa… Teneffüslerde arkadaşların ellerinde resimli, bol sayfalı dergiler görülürdü. Sinemadan, güzel kızlardan, iyi cins bacaklardan bahseden yazılar okunur, resimlere bakılırdı. Haftanın maçları üzerinde bahse girişilir, Fener’in mi, Galatasaray’ın mı kazanacağı üzerinde tartışılırdı. Neler düşünürdük? Neler hayal ederdik? Tabî herkesin hayali kendi boyuna boşuna göredir. Bizler lise öğrencileriydik, hayallerimiz vardı elbette. Dünyayı anladığımızı, herşeyi bildiğimizi sanıyorduk. Hele aşk, her zamanki gibi içimizdeydi. Zaten o günler aşkın yeryüzünde saltanat sürdüğü günlerdi. Aşkın gene var olduğunu söyleyenler var, ama yalan. Aşk artık yok. Aşk yeryüzünden kalktı. O, kurşuna dizilen rehineler, üssüne dönmeyen pilotlarla beraber dünyamızdan uzaklaştı.

Evet, işte o günler aşkın içimizde var olduğu mutlu bir çağdı. Hepimiz kendimize göre aşklarımızı yaşıyorduk. Meselâ arkadaşım iki sınıf aşağıda bir kızla konuşuyordu. Ben de bazı akşam üstleri şehrin geniş caddelerinden birinde bir kızı beklemeğe giderdim. O bazen gelir, bazen hiç görünmezdi. Ama ben her defasında da eve mesut dönerdim. Gelirse biraz dolaşır konuşurduk. Bana nelerden bahsederdi; biraz her şeyden, sinemadan, dersten, aşktan, insanlardan. Gelmezse hava kararıncaya kadar beklerdim. Etrafı, geçip dönenleri, gelip giden insanları seyrederdim. İri bir bulut gökyüzünü örtünce gece oluverirdi. Cadde birden kalabalıklasın sonra birden boşalıverirdi. Kepenklerin indirildiği saatte eve dönerdim. Canım hiç sıkılmazdı, iyi şeyler düşünmesini bilirdim. Evde annem sofrayı hazırlamıştır, bol ekmek dilimleri, çeşitli yemekler vardır. Annem bana fasulyenin kilosundan, pirincin fiyatından, esnafın tersliğinden hiç bahsetmezdi.

Hele barış dersleri… Onlar şimdikinden çok farklı mıdır? Bugün gene kimya, cebir öğretmenleri aynı formülleri göstermiyorlar mı? Gene edebiyat öğretmenleri Namık Kemal’in, Hâmid’in neden büyük olduklarını anlatıncaya kadar ter dökmüyorlar mı? Gene psikoloji öğretmenleri “his”lerden bahsetmiyor mu?

– Bugün his’den ne kadar uzakta yaşadığımızı bay öğretmen bilmez mi?

– Sanmam, ders kitapları değişmedi.

Kağıt, mürekkep insanlardan daha dayanıklıdır. Öğretmenlerle öğrenciler değiştiler. Kitaplar, sıralar, sınıflar, kara tahta, tebeşirler hep eskisi gibi… Bizim sınıf yine o siyah, üzerinde imzalarımızı taşıyan sıralarla kaplı, penceresinde çatlamamış tek camı bulunmayan sınıftır. Yalnız şimdiki öğretmenler ve öğrenciler bizim bildiklerimiz, tanıdıklarımız değil, başkaları.

Okulda ders öğleyin kesilir, çocuklar yemeğe evlerine koşarlardı. Bense caddedeki fırına gider, beş kuruşa koca bir francala alır, içine de yüz paralık peynir doldurturdum, sonra tekrar sokağa çıkardım. Sinemaların karşılıklı sıralandığı cadde avareler içindir. Vakit geçirmek isteyen insanlar resimlerin önlerinde toplanmışlardır. Bu resimlerde neler yoktur ki! Korkunç, koskoca şapkalı haydutlar, elleri tabancalı polisler, bacak sallayan kızlar… Her hafta birbirinden heyecanlı filmler gösteren sinemanın önü hiç boş değildir. Orada sık sık üç saat süren filmler oynatılırdı. Sinemaların önlerinde bir boy dolaşır, etrafa bakar, okula döneceğime şu karanlık salonlara dalıversem diye düşünürdüm. Tabancalı resimler karşısında vakit çabuk ölürdü. Okula dönmek saati gelirdi.

Saat dörtte çantalarımız koltuklarımızda, aynı semtte oturan sekiz on arkadaş güle, konuşa yürürdük. Şehir bu saatlerde kendine vergi olan bütün güzellikleri gösterir. Sevinçli insanlar, kahkaha atan erkekler, sevimli kızlar gelip geçerlerdi. Dükkâncılar, esnaflar öyle fazla gazete okumazlardı. Beş kuruş verince iki cebimiz sıcak sıcak, kestanelerle dolardı.

Mahallede akşam üstlerinin değişik canlılığı görülürdü. Annemi penceresinde sokağı seyrederken bulurdum. Beni görür görmez inip kapıyı açardı. Yemeğimi yer, gazeteyi okumağa dalardım. Gazetede çok defa aşk yüzünden işlenmiş cinayet haberleri olur, bazen koskoca bir resmin yanında yabancı bir devlet adamının sözleri görülürdü. Hiddetli sözler söylerdi. Radyo yalnız şarkı çalan sevinçli bir âletti, ara sıra kısa haberler verir ve sadece “söz”leri naklederdi.

O günlerde ne güzel şeyler düşünürdük! Belki de hiç düşünmezdik. Kötü şeyler aklımıza gelmezdi ki! Yeryüzünde kötü şeylerin var oluşundan bile habersizdik denebilir. Kötü, bizim için filmdeki çirkin katil ve okuldaki sıfırı bol fizikçi idi.

Lisenin ilk yılları böyle geçti. Yavaş yavaş farkına varmadan büyüyorduk. Kelimelerimiz, hislerimiz, hareketlerimiz, kılığımız, değişiyordu. Daha ciddî ağırbaşlı olmağa başlıyorduk. Önceleri gibi heyecanlı filmlere değil, ağır, “hissî” tâbir edilen filmler  gitmeyi âdet ediniyorduk. Yeryüzü nimetlerini tatmaya çalışıyorduk. Dünya hâlâ masmavi, hayat toz pembe idi.

Ne olduysa o sonbaharda oldu. Birden “savaş başladı” dediler. Okul savaş gürültüsü içinde açıldı. Arkadaşlar ve öğretmenler aynıydı. Ama bir başkalık, bir heyecan göze çarpıyordu. Hiç gazete okumayanlar bile her sabah bir gazete alıyorlardı. Hocalar eskisi kadar sakin, yumuşak değillerdi, derste en küçük harekete kızıyorlardı; hepsi sinirliydi, bir tek öksürük asablarını bozuyordu. Ödevler de gün geçtikçe zorlaşmaya başladı. Öğrenciler okuduklarını kolay kolay anlayamıyorlardı. Herkesin ağzından savaş sözü düşmüyordu. Bahçede, evde, sınıfta, sokakta, tramvayda, vapurda, her yerde her yerde hep savaş vardı.

Savaş gazeteleri de ne korkunç oluyor. Kalın siyah harflerle büyük başlıklar diziliyordu. Aşk romanları yavaş yavaş azaldı, fıkralarda, hikâyelerde, makalelerde, hep savaştan söz açılıyordu. Önce ekmekler bozulmuş, ardından her şey de bozulmuştu. Dünyanın tadı kaçmıştı. Her şey birden değişivermişti. Ekmek, su, hava, derciz, sokaklar, meydanlar, radyo, gazeteler, kitaplar, hele insanlar… Onları kim tanıyabilirdi? Bizim iyi insanlarımız; şehrimizin güleryüzlü insanları… Onlar şehirden sanki ayrılmış, yerlerine bu abus çehreli, aksi insanlar gelmişlerdi. Adım başında rastlanılan kadın – erkek bu şehrin insanları bir tuhaf olmuşlardı. Korkulu, düşünceli, ürkektiler, – bu bizim insanlara hiç yakışmıyor – tereddüt, şüphe içindeydiler. Caddeler askerlerle doluydu. Sınırların ardında kan ve ateş yağmuru sağnak gibi boşanmaktaydı. Biz, her ne pahasına olursa olsun savaşa hazırdık; gazeteler böyle yazıyordu. Radyonun düğmesini her oynatışta odaya hain, kin dolu sesler doluyordu. Hattâ birçok şehirliler canlarından çok sevdikleri mavi şehirlerini bırakıp, uzaklara, tenha köy ve kasabalara göç ediyorlardı. Evler boşalıyor, eşyalar arabalara yükleniyor, trenler dolu dolu, yurdun bin bir bucağına şehrimizin insanlarını götürüyordu.

Önceleri savaş insanlara bir yabancı gibi geldi, yadırgandı. Her yenilik gibi savaş çağının adetlerine de güç alışıldı, garipsendi. Ama o kendini bize öyle bir alıştırdı ki hepimiz şaştık. O daima yanı başımızda, aklımızda, hayalimizdeydi. Gözümüzün önündeydi.

Barış insanları savaşa, güç alıştılar, ama alıştılar. Savaş içinde doğan çocuklar artık yürüyorlar, hattâ konuşuyorlardı. Biz barışta kaldık, yani vücutlarımız barışta kaldı, fakat ruhlarımız şehit düştü. Kalpleri olanlar savaş yıllarında kalplerini kaybettiler. Savaş haberlerine yüzbinlerce insanın bombalar altında yok oluvermesine, bir günde kurşuna dizilen rehinelere alışıldı. Kahkahalarla, radyoda okunan ölü listeleri birbirine karışmaya başladı.

Bizler okulu bitireli yıllar oluyor. İhtiyarladığını bile duyanlarımız var. Savaş en iyi yıllarımızı elimizden aldı, bizde en kutsal olan şeyleri yok etti. Sabah akşam işimize gidiyor, geliyoruz. Yüksek okullara girenlerimiz de oldu. Onlar da gençlikten çıktılar. Hepimizi kötü düşünceler çirkin duygular kapladı. Barış günlerinin insanları artık yok. Nice tanıdığım insanların şimdi hepsi bana yabancı geliyor. İyileri kötü, cömertleri hasis, duyguluları katı yürekli oldular. Ah, o ekmeğin bozulması, insanların mayası muhakkak ki ekmektir.

Şu dünya bir kere daha değişecek. Belki eski halini almaz, ama zarar yok, gidenler gitti, gelenler gelsin. İnsanlar gülmesini, ağlamasını yeniden öğrensin. Sırasında ağlamasını veya gülmesini bilmeyene insan denemiyor. Bizler, yarı barış, yarı savaş insanları umutlarımızı kaybetmedik. Dünyanın iyi bir dünya olabileceğini, insanın mavi gökyüzünü, denizi, ağaçları seyretmekle mutluluğunu yaşadığı anlara kavuşacağına inanıyoruz. Her şey ekmekle başladı, ekmekle bitecek.


Önce Ekmekler Bozuldu, Oktay Akbal – Hikâye
Kaynak: Önce Ekmekler Bozuldu, Oktay Akbal, Cumhuriyet Kitaplığı
Gönderen: Samet Altun, (16.01.17, 19.22)