öykü

Ölü Zaman Gezginleri, Hasan Ali Toptaş

Gözlerimi dünyayı ürkütmekten korkarcasına yavaşça açtığımda, ortalığı kahve kokusu sarmıştı. Dağın tepesinde, Doğu heykelleri kadar hareketsiz, öylece oturuyorduk gene. Daha doğrusu, ben her zamanki gibi gri sakallıya bakarak kendimizi bir şeylere benzetmeye çalışıyordum. Sözgelimi, bitmiş bir şölenden bedenlerini alıp gitmeyi unutmuş, zamanın dışında ve yapayalnız üç tanrıya benzetiyordum bir an. Ne var ki, gri sakallıya baktıkça bu gerçek değişiyordu. Çünkü, onun yarım bedeni, sise gömülen yüzü, birer karışlık kolları ve silik omuzları, değil tanrıyı, bir insanı tamamlamaya bile yetmiyordu. Bu haliyle o, daha çok, hızla kaybolmak ya da bulunmak üzere olan tuhaf bir nesneyi andırıyordu.

Tanrı değiliz, diyordum ben de kendi kendime. Zaten, elimizi yüzümüzü oluşturan çizgiler, yaratılanın yaratanda bıraktığı izlere uzaktı. Üstelik, içimiz hiç de bir tanrınınkine benzemiyordu; her şeyden önce, yaşayan her canlı gibi acıkmıştık; belki bira bile istiyordu canımız ve şehirlerin gürültüsünden uzaklaşmış olsak da, belleğimizdeki hatıralardan -yani geleceği ele geçirmek adına geçmişe saçıp savurduğumuz kendimizden- henüz kurtulamamıştık.

Oysa şehirler, hatıralarımızı süsleyen dostlarımızla birlikte kim bilir nerelerde kalmıştı şimdi, hâlâ var mıydılar, insanlar yiyip bitiriyorlar mıydı onları dalgın fareler gibi, çöpler ve kuşkular sevdiklerimizin üstüne doğru hızla çoğalıyor muydu gene? Bilmiyorduk. Artık, bilemezdik de; geçmişi küçük anlarda, geleceği de düşlerde arayıp bulmaktan başka seçeneğimiz yoktu.

Sözgelimi, sisten önce gördüğümüz en belirgin şey titrek dallı ağaçlardı. Yapraksızdılar ve şu anda bile toprağa kuş ölüleri dökerek belleğimizde gökyüzüne ihanetlerini sürdürüyorlardı. Onların gerisinde, en az onlar kadar titrek ve titreklikleri kadar da yorgun topraklar uzanıyordu… Bomboş topraklar. Çiftçiyi bir ucundan bıraksan, insan kıpırtısının doğayı ve insanı baştan çıkaran sıcaklığını öteki uca götüremeden kaybolur; yılanı akıtsan geri döner gölgene; gidemem, der, derinlik bakışlarımdan derin…

Ama, biz hiç düşünmeden geçmiştik o toprakları. Öyle hızlı yürümüştük ki, yürüyüp yürümediğimizi bile hatırlayamıyorduk şimdi. Birdenbire dağın tepesinde bulmuştuk kendimizi. Sisin içinden ellerini uzatmıştı da, bizi çekmişti belki dağ; ya da şehir, hemen hemen her şeyiyle tutup bizi sırtımızdan itmişti. Sonra, şimdiki gibi, yıllar geçmişti üstümüzden. Açlık yılları… Kim bilir, bir o kadar da susuzluk, sevgisizlik ve sessizlik yılları yaşamıştık. Gene de bunları konuşamıyor, konuşmayı bile düşünemiyorduk. Dünyayı sarıp sarmalayan sis her şeyi örttüğü için nesnelerin yokluğu dilimizi köreltmişti belki de. Ya da, şiirlerde, romanlarda, resimlerde aradığımız ve ansızın karşımıza çıkıvereceğini sandığımız bulunmaz’ı bulmuştuk dağa çıkmakla; amacımıza erişmek sözcükleri anlamsız kılmıştı bir an, artık beynimizde yeni bir bulunmaz’ın hasreti başlayıncaya dek konuşmayacaktık.

Oysa, bulunmaz’ı doğuracak yaşamı sisin ötesinde insanlar yeniden biriktiriyorlardı şimdi ne biriktirdiklerini bilmeden (çünkü en doğurgan birikimler bilmeden biriktirilenlerdir); sözgelimi, bir senet türü geliştiriyorlardı ticari yaşamın labirentlerini daraltarak; ya da bindikleri minibüse bir nazar boncuğu daha takıyorlardı daha önce takılanı olağan bakışlarla süzerek ve kendilerinden çok başkalarını merak ediyorlardı. Öyle ki, aynalı çarşılar kuruyorlardı şehirlerde ve tutup o çarşıları türkülere sokuyorlardı sonra ve her gün gelip geçtikleri besmeleli, ıslak ve pahalı çarşılardan çok türkülerdeki çarşıları seviyorlardı.

Yaşamı biriktirenler yalnızca bize yeni bir bulunmaz doğursun diye biriktirmiyorlardı kuşkusuz; kimileri vardı ki o yaşamın içinde, bulunmaz’ı bulmak için yaratıldıklarına inanan birer sürek avcısıydılar ve henüz sözcüklerle sınırlandırılmamış olan her şeyin peşindeydiler. Gene de, avcıların yazı makinesinin tuşlarında, renklerde, kameranın açısında ya da bir heykelin duruşunda aradıkları o şey, karlı dağlar arasında inleye inleye uzun bir seferden dönen trenin boş vagonlarında taşınıyordu belki kimi zaman; istasyonda trenden kimsenin inmeyişine dönüşerek peronda bekleyen bir çocuğun gözlerine aktarıyordu kendini; oradan, şehrin sokaklarına dağılıyordu yavaş yavaş; seyyar satıcıların kömür, okul defteri ve rakı parası kokan seslerine girip çıkarak ve kendini dokunduğu her şeyde bir başka şeye dönüştürerek evlerine giden memurların ellerine bulaşıyordu sonra, kapı kollarına, ellerden gözlere, gözlerden balkonlara, balkonlardan sarkan fesleğenlere, çamaşırlara, çamaşırlardan tenlere ve tenlerden duygulara bulaşıyordu. Fark edilemeyişi o gün de adsız bırakıyordu onu. Gene de o, ertesi sabah şehrin herhangi bir noktasından -sözgelimi, sizin ellerinizi cebinize atışınızdan- yansıyıp, bitip tükenmez serüvenini sürdürmek ve yakalanmayı beklemek için, evlerin eşiğinden süzülerek uykulara, hatta uykuların ötesindeki dünyalara bile sızıyordu.

Bizse susuyorduk.

Havada, belli belirsiz bir kahve kokusu. Aslında, bu koku olmasa, her şey dağa ilk çıkışımızdaki gibi. Gene, her yer sis… Dağ bile dağlığını tek başına yaşıyor neredeyse, görüp işiteni yok; kendini kendi onaylamak zorunda. Biz de, sessizliğimizle gitgide ona benziyoruz sanki; şeyi şeyle tanımladığımız yıllardan kalan sözcükler dilimizin ucunda buruk birer tat şimdi. Belki de onlardan oluşmuş bir geçmişte yaşıyorduk biz; dağa çıkışımız, kaçış umudumuzu dağ sözcüğüyle süslemekten başka bir şey değildi. Her şeyi silip süpüren sisse, geleceğe sarkan düşlerimizin yanlış yorumlarından yaratılmış bir körlüktü. Biraz sonra uyandığımızda, her şeyin ortasında her şeyle alışveriş halinde bulacaktık kendimizi belki de. Bir sokakta yürüyor olacaktık sözgelimi; eczanelerle, afişlerle, kalın kalın sloganlarla, bankalarla, marketlerle ve biracılarla dolu bir sokakta.

Daha sokağa girer girmez, herhalde görüntülerimiz vitrinlere yansıyıp insanları bekleyen ceketlerin, fularların, şapkaların ve eldivenlerin arasından bizi taklit ederek yürüyecekti. Tabelaları okumak istemediğimiz halde okuyacaktık gene; belki üçümüzden biri, onlardaki harf karakterlerinin bakış açılarımızı paslandıran birer gizli mengene olduğunu düşünecekti. Sokakta, birdenbire dilenciler görünecekti o böyle düşünürken; duvar diplerine oturup kısık gözlerle süzeceklerdi bizi. Taşıdıkları umut, yürüyüş şeklimize göre dalgalanacaktı bir süre. Sonra, sarhoşlar geçecekti sokaktan, kaset satıcıları, domates biber taşıyan külüstür kamyonetler, simitçiler ve piyango bileti satan beyaz şapkalı adamlar geçecekti. Onların ardından da, zincir şakırtılarıyla silah sesleri geçecekti hiç kuşkusuz.

Bunları görünce, biz içimizdeki sokaklara sapacaktık hemen; sanat merkezlerinin, kitapçıların, tiyatro salonlarının ve çiçekçilerin önünden yürüyecektik. Hangi sokakta olduğumuzu şaşıracaktık bir an, düşte mi, gerçekte mi derken, önümüze fırlatılan yumruk iriliğindeki tükrük ve onu izleyen berbat bir gırtlak temizleme sesi içimizdeki sokaktan alıp yürüdüğümüz sokağa getirecekti bizi. Sokak, başka bir sokağa dalacaktı sonra ve gitgide, kaldırım taşlarını okuyarak geçen türbanlı kızların yüzünü andıracaktı pencereler, gözlerimiz pencerelerin duruşuna benzeyecekti baka baka, baka baka sokağın mimarisi sızacaktı yürüyüşümüze. Biz de, birilerinden intikam alır gibi, ama hiçbir şeyin farkında olmadan, çocukluğumuzdan bu yana belli renklere koşullandırılan duygularımızla çiçeklerin yaşamına sızacaktık gizlice; onların çiçek soğanı seçen parmaklarının ucuna dek yürüyecektik hatta – bir bakıma, çiçekçideki onca çiçeğin içinden karanfilleri yakamıza takıp geçecektik.

Kimileri, kurşun yarasına benzetecekti onları; büfelerden, otobüs duraklarından, ya da barların buğulu camlarından bir militana yakışan gözlerle bakacaklardı yakamızdaki kızıllığın görüntüsünde yoğunlaşan geçmişlerin uğultusuna. Yıllardır dürülü duran bir pankart açılacaktı içlerinde, dışarıdan okunabilirmiş gibi telaşlanacaklardı hemen, bira bardağının buğusuyla ilgileniyor görüneceklerdi ve tam bu sırada, her şey yerli yerine oturtulup o anki akışına uydurulmuşken, toy bir silah patlayacaktı belleklerinde. Sesi, sokaklardan taşıp buralara kadar gelecekti belki; dağ dağlığını tek başına yaşamaktan kurtulup silah sesini o kayadan bu kayaya çarparak uzun süre taşıyacaktı bağrında.

O sırada, belki gri sakallı da, yarım yamalak bedeniyle yarım yamalak ürperecekti.

Nedense, hep tanrıya benzetiyordum onu; sakalının her teli sise düğümlenmiş olan bu kalın kaşlı tanrı, yıllardır durup dinlenmeden konuşmuş konuşmuş da susuvermiş gibiydi. Ellerini apaçık göremiyordum ama, herhalde dağa ilk çıktığımızda nasılsalar öyleydiler. Ceplerinde yani; bir cep dolusu hatıraya bekçilik eder, onları okşar, hatta onlan ısıtırcasına ceplerinde. Parmak uçları, bir şehrin çatılarına dokunuyordu belki, bir kadının odaları daraltan sesine batıyordu ikide bir, dilenen gazilerin avuçlarını okşuyordu daha sonra ve oradan, buğday tarlalarını geçerek misket ışıltılarının masalsı görüntüsüne doğru kayıyordu.

Bu sırada ben, yıllar önceki şu an düşündüklerimi geçiriyordum içimden. Gri sakallı bir kayıp herhalde, diyordum kendi kendime; kayıp olduğunu bilmediğimizden, karşımızda bir masal sandığı gibi oturmasına rağmen, onu bulamıyoruz. Dünya hâlâ sisin ötesinde dönüyor ve kaybolmak, yalnızca ortalıkta görünmemek diye yıllar önceki biçimiyle tanımlanıyorsa, birileri aramaya başlamıştı belki onu. Kim bilir, polis kayıtlarına geçiyordur ola ki şu anda adı; uzun sessizliklerle dolu bir telefon görüşmesinde anılıp nemli hıçkırıklarla heceleniyordur; ya da bir kadın, ellerini bir çift güvercin kadar günahsız sayan bir kadın, taşıdığı son kuşkunun karanlığına dikiyordur gözlerini onu bulabilmek için. Bulamıyordur tabii… Bir kapının belleğindedir şimdi o. Sokaktan gelip geçenler, bu yüzden, gri bir eksiklik buluyorlardır kapıda. Derken, bu eksiklik fark edile edile büyüyüp eşiğe damlıyordur bir gün; iç sızısı gibi günden güne derinleşip oyuyordur orayı ve gözlerini taşıdığı kuşkunun karanlığına diken kadın, eve girip çıkarlarken çocuklarının o çukura düşmelerinden korkuyordur. Çünkü yaşam birçok ad vermiştik bu tür çukurlara, kötü kötü adlar, kirli kirli, acınası ve değişik; ve çocukların başları dönüp ayakları sürçerse yüzlerce çukura düşeceklerdir bu yüzden ve bu yüzden, cam dibinde oturmalara dönüşüyordur kadının korkusu, birdenbire dönüp bakmalara, ansızın ürpermelere ve dalıp dalıp gitmelere dönüşüyordur.

Sonra, gitgide derinleşen çukur çocukları yutmasın diye, onlar sırtlarında cephane sandığını andıran çantalarıyla okuldan eve dönerken, eşikten yola kadar uzanıp bir köprü oluyordur kadın; etten ve kemikten bir köprü. Ama, bu denli kimsesiz ve zorunlu bir köprülük, fena halde yoruyordur onu. Geceleri yastığa başını koyup gözlerini tavana diktiğinde, yasaların da gri sakallıyı beklediğini düşünerek, bir süre avunuyordur. Bekleyişine yasaları ortak ediyordur bir bakıma ve kim bilir, diyordur, kim bilir kaç madde, kaç fıkra, kaç bent bekliyordur onu. Onlarla birlikte, kim bilir kaç kelepçe?

Oysa, her şey boşuna, kim kimi bulabilir ki?

Gri sakallının yanındaki adama çevirdim gözlerimi; o da mı kayıptı? Yere bağdaş kurmuştu ve birileri sisi yara yara gelip bileklerine kelepçe takacakmış gibi, ellerine bakıyordu sürekli. Yeryüzünde, beyninden ellerine uzanan yol kadar güzel ve tehlikeli bir yol olmadığını mı düşünüyordu bilemiyorum. Bildiğim şu ki, ben onun duruşunu içten iten ikinci bir duruşun varlığını seziyordum o sırada. Çünkü, tanıştığımızdan bu yana hep bir karmaşaydı o; kendine yenilen, yaşama, kadınlara ve çocuklara yenilen, ama her an her şeyin bir çözüme ulaşacağına inanan deli bir karmaşaydı. Daracık bir odada, fotoğraf makineleri, tozlu dergiler ve şarap şişeleriyle iç içe yaşıyordu. Yaşamak tek başına bir sıkıntıydı onun için. Öyle ki, sonunda gidip bir siyasi partinin gençlik kollarına kapılanmış, birdenbire yirmi yaş gencelmişçesine ön saflara fırlamış, birkaç ay sonra da, basının diline dolanan sudan bir bahaneyle tutuklanmıştı. Üç beş ay hapiste kalmak, bir yaşama sığamayacak kadar büyük bir serüvendi ona göre. Artık kendini emekli sayıyordu; bira içmenin dışında, her şeyden emekli.

Sis biraz daha koyulaşmıştı sanki.
Kahve kokusu hâlâ ince ince tütüyordu.
Bu arada, üçümüz arasında gidip gelen sessizlik, iyice kalınlaşmıştı.

Derken, sis yarıldı ve elinde tepsiyle garson çıktı geldi. Kel kafalı, uzun boylu bir gençti bu; önünde düşsel masalar varmış gibi, oldukça dikkatli yürüyordu. Papyonu biraz yana kaymıştı. Yüzünde de, ters bir bakışla siliniverecekmiş gibi gözüken, incecik bir gülüş vardı.

Onu görünce, önce gri sakallının yanındaki karmaşa kalkıyor yerinden, tepsideki bira bardaklarına doğru bir su gibi akıyor; ardından biz de koşuyoruz hızla ve tepsi, kaşla göz arasında boşalıveriyor. Az sonra göğsümüz, gri sakalımız ve bıyıklarımız köpüğe batıyor. Bir yandan da, bardakların üstünden garsonu dikkatle süzüyor, onu bir yerlerden tanıyor, ama bir türlü çıkaramıyoruz. Ben gözlerimi açışımdan bu yana süren sessizliğe, ortalığı kaplayan sise ve dağ başındaki garsona bakarak olup biten her şeyin bir düş olduğunu düşünmeye başlıyorum. Kim bilir, diyorum, bedenlerimiz nerede şimdi? Gri sakallı ben miyim; ya karmaşa… karmaşa gri sakallı mı, yoksa o da mı ben? Bütün bunların da ötesinde, neredeyiz şimdi, neler yapmaktayken neler yapıyoruz?

Garson, karşımda. Gözlerinden, duruşunda kapı aralıkları taşıyan hınzır bir kedi bakıyor. Her şeyi bilmiş işitmiş ve tüyleri dokunuşlarla kirlenmiş bir kedi bu. Bir şeyleri kapıp kaçacak sanki, garsonun kirpikleri arasından hızla kaybolan kuyruğuna üçümüz de uzanacağız ama, tutamayacağız.

Soluklanıyoruz ve soluğumuz bira kokuyor.
Yaşadığımıza bir kez daha inanıyoruz o sırada.

Boşalan bardakları garsona uzatırken duraksadık. O, çoktan gitmişti çünkü. Giderken, kedi sessizliği bırakmıştı sessizliğimizin içine; parmağımızı, kulağımızı ya da çorabımızın tekini değilse bile, zamanımızın küçücük bir dilimini kapıp kaçmış, kadife adımlı bir kedi sessizliği…

Bardakları yere bırakıp beklemeye başlayacaktık şimdi. Susuyorduk gene, susacaktık; dağ hangi boşluğumuzu dolduruyor, susmak bizi nereden eksiltip nereye biriktiriyor ve bu sis hangi çıplaklığımızı örtüyor, hiç bilemeyecektik. Her şeyi bilmek için erkendi belki, bilmeler yaşamalardan geçerdi ve biz önce yaşayacaktık.

Garson döndüğünde (hangi sürede bilinmeze gidip ne zaman sislerin ardına çekilmiş bir dünyanın dışına gelebildiyse), bu kez biraz bize benziyordu. Getirdiği tabaklarda kuş ölüsünü andıran kızarmış etler, yanlarında da üç bardak bira vardı. Biz etleri umursamadan biralara saldırdık gene. Gri sakallı, yarım bedeniyle, sevinçten zıp zıp zıplıyordu.

O sırada garson, her zamanki gibi üçümüzü de süzdü; iki nöbetçi kedi karşımıza çömeldi yani ve bize bakmaya başladılar. Bence, biraya olan düşkünlüğümüzü saptamıştı garson ve bunu beyninde taşıdığı hesap pusulasının bir köşesine not etmişti. Öyle ya, ne olur ne olmaz; bir gün birileri gelip tutkularımızı sorabilir ona; ve tutkularımız bizim kulplarımızdır ne de olsa, en kolay ve en çabuk onlarla ele geçiriliriz.

Bira bardaklarının dibine indiğimizde, garson her zamanki gibi gene ortalıkta yoktu. Günlerce gelip gitti böyle, ya da saatlerce ve çoğu kez otururken buldu bizi, kendi içimize gömülmüşken kimi zaman da, duvar dibinde unutulmuş kumru gölgelerinden daha dalgınken. O bize, biz ona ve yokluğuna iyice alışmıştık artık. Onun bir yerlere gidip gelmesi, bir anlamda sıkışıp kaldığımız hareketsizliği katlanılır kılmaya başlamıştı.

Gene de, sisin arkasında yıllarca kalıyordu sanki; bulaşık kaplarla dolu akşamlar yaşıyor, nemli odalarda yatıp kalkıyor, gecelerini tozlu bir radyo sesiyle süslüyor, bu şarkı beni anlatır arkadaşlar diye mırıldanıyor, düşlerinde barlara gidiyor, çıkınca sokaklarda boş bir şişe gibi sallana sallana yürüyor, derken bir gün piyango bileti satan kıza körkütük vuruluyor ve gecelerini artık onun düşleriyle süslüyor, sonra meyveli gazoz şişeleriyle bisküvi tabaklarının saltanat sürdüğü gürültülü bir törenle evleniyor, üzüle sevine yaşlanıyor, bol çocuklu aile resimlerine poz veriyor, telleri fırlamış bir koltuğa çöküp kel kafasına konan sinekleri kovarak kahve içiyor, sonra dönüp dönüp hatıralarına bakmaya başlıyor, sonra da birdenbire bizi hatırlayarak elinde üç bira bardağıyla çıkıp geliyordu.

Çocuklar gibi seviniyorduk onu görünce. Garsonun müşteriyi hatırlaması, aklından çıkarmamasından daha güzeldi çünkü; bunu üçümüz de biliyorduk. Güzel olmayan, onun, her gelişinde yüzünde taşıdığı anlamla anlamımızı yeniden oluşturması, evlilik törenlerinden, nemli odalardan, kırgın çocuk seslerinden ve kadın dırdırından bakışlarına ne sıçramışsa üstümüze başımıza bulaştırmasıydı.

Sessizdi. Hiç kuşkusuz, bir şeyler gizliyordu; gri sakallıyı, bağdaş kurup oturan karmaşayı ve beni, yasalar, hatıralar ya da kadınlar adına izleyen bir görevliydi belki. Bu garson kılığındaki kedi, boş bardakları götürüyorum diye, sisin ötesine bizi taşıyordu ya da; orada kocaman bir ülke kuruyordu bizden; toprakları derimizden, suları terimizden, ateşleri yüreğimizden bir ülke… Sınırlarının nerede başlayıp nerede bittiğini bilemeyecek kadar dalgın, kararsız ve pişman bir ülke. Garsonlarıysa, mutlu mu mutlu… Çünkü, dalgın, kararsız ve pişman bir ülke, elini alnına dayayarak sessizce içer birasını. İkide bir meze kültürünün sınırlarını zorlamaz yani ve kafası attıkça ikide bir masayı sandalyeyi devirip göbek atmaya kalkışmaz. Başka bir deyişle, dalgınlığına demirlidir her zaman, gitse gitse kararsızlıklarına gider arada bir ve hep pişmanlığından döner gelir kendine. Gri sakallı gibi tıpkı, ben gibi, karmaşa gibi…

Bardaklarımız gene boşaldı.
Havada, o kahve kokusu.
Biliyorum, garson bu kez gelmeyecek artık. Gri sakallı küflenecek bekleye bekleye, karmaşa karmakarışık olacak ve ben sisin ağırlığı altında giderek ezilmeye başlayacağım. Sonra, üçümüz de kalkıp yürüyeceğiz. Boyları sise gömülmüş uzak çamlar geçecek iki yanımızdan, gırtlağına dek sisle dolmuş uçurumlar, aşağıya mı indikleri yoksa tepeye mi çıktıkları anlaşılamayan patikalar ve bir görünüp bir kaybolan garson hayaletleri geçecek.

Derken, birdenbire dağılacak sis, her şey kendi şeklini alacak. Biz, şehrin ortasındaki bir sokakta olacağız. Domates, biber yüklü külüstür kamyonetler duracak bir yerde, simitçilerin sesleri incecik bir lastik gibi sokağın ucuna kadar uzayıp uzayıp geri gelecek. Biz yürüyeceğiz. Duvar diplerinde, dillerindeki eski tanrılarıyla, yarı çıplak dilenciler. Ardından, her türküye ve her türkücüye benzeyen bir kaset satıcısı görünecek uzaklardan. Bir yürüyeceğiz. Bir yandan da, piyango bileti satan kızın nerelerde olduğunu düşüneceğiz, bu yeni hatırladığımız bir görevdir sanki ve düşünmeye zorunluyuzdur. Çünkü, o kızın dağa ilk çıkışımızla değilse bile, şimdiki yaşadıklarımızla bir bağı vardır.

Daha sonra da, küçücük, mavi bir kapının önünde duracağız.
Durduk.
Soluk soluğa kalmıştık.

Önce, ben girdim içeri. İnsanı yüreğinden tutup çeken, ılık bir yerdi burası. Hemen sağımızdaki duvarda, yağlıboya bir tablo asılıydı; ön planda titrek dallı ağaçlar, havada kuş ölüleri. Kanat pençeye, pençe gagaya karışmış ve savrulan kuş ötüşleri, yeşil parıltılarıyla yaprakları andırıyor. Onların gerisindeyse, bomboş topraklar uzanıyor. Git git bitmez topraklar.

Şaşırmıştım.

Bar boştu henüz; akşamdan kalan sandalyeler, alınlarını masalara dayamış, uyuyorlardı. Nereden yayıldığı bilinmeyen müzik, onlar için çalıyor gibiydi.

O müziğin içinden geçip her zamanki köşemize doğru yürüdük. Duvarları kilimlerle süslü, ortasında Erzincan işi iki bakır tepsi bulunan sedirli sığınağımıza varınca, bir an duraksadık. Daha doğrusu, ben duraksadım. Çünkü, bedenlerimiz oradaymış gibi geldi bana; kilimlere, bakır tepsilerdeki çekiç izlerine ya da sedirlere sinmişlerdi de yavaş yavaş ortaya çıkıp bizi içlerine almaya hazırlanıyorlardı sanki.

Gri sakallı, oturur oturmaz sırtını duvara dayamış ve sigara yakmıştı. Karmaşa, onun karşısına bağdaş kurdu. Ben de çöktüm yanlarına. Sonra, nasıl olduysa oldu, ansızın kızarmış bıldırcın tabakları geldi önümüze, ardından da kel kafalı, uzun boylu garson göründü.
“Kusura bakmayın, geç kaldım,” dedi.
“Ağzımız kurudu,” diye homurdandı gri sakallı. “Nerede kaldın be koçum, Kerbela mı burası?”
Garson yutkundu. Gözlerinden bir dağ gelip geçti sanki.
Elindeki üç birayı bırakmış gidiyordu ki; “Gel şu oyunu bir kez daha oynayalım,” dedim.
Gözlerini, onu bir suça itiyormuşum gibi, yalvarırcasına yüzüme dikmişti.
“Var mısın?” dedim.
“Varım,” dedi para üstü verircesine.

İşte o sırada, barın kapısı gürültüyle açılıverdi. Kırılan camlarla birlikte upuzun namlular uzandı üstümüze. Gri sakallı bir kıl yumağı gibi topuklarımın dibine yuvarlanırken, karmaşa geriye doğru kaykıldı. Bense, önümüzdeki bakır tepsilerin üstüne yıkıldım. Bıldırcınlar yüzümdeydi; salçaları kanıma, kanım salçalarına karışıyordu.

Sonra, her şey sessizliğe gömüldü.
“Üçü de öldü,” dedi garson.

Bardan çıkmış, inanılmaz bir hızla şehrin doğusundaki gecekondulara doğru koşuyorduk. Kahve kokusu giderek yoğunlaşmaya başlamıştı. Öyle ki, bardaki her kurşunlanışımızın ardından yorgun argın döndüğümüz o önü gölgelikli briket eve değil de, yere devrilmiş kocaman bir kahve fincanına yaklaşıyor gibiydik.
“Bu adam bir gün ölecek,” dedi gri sakallı.
“Onunla birlikte biz de,” dedim yavaşça.
Briket evin önünde durmuş, üçümüz de, telleri fırlamış bir koltukta kahve içen kel kafalı yaşlı adama bakıyorduk.


Ölü Zaman Gezginleri, Hasan Ali Toptaş – Öykü
Kaynak: Ölü Zaman Gezginleri, Hasan Ali Toptaş, İletişim Yayınları
Gönderen: Ayşegül Hacıhaliloğlu, (03.06.18, 23.06)