hikâye

Ben Kimseye O Gece Çok Güzeldi, Diyemeyeceğim, Özdemir Asaf

    Bir yaz gecesinin az bulunur karanlığında renkler bir araya gelmiş dinleniyorlardı. İnsanların gözlerinden kaçmış, yorgunluk çıkarmak için az sesli ve kuytu bir yer aramışlardı. Buldukları yer ağaç, toprak ve denizin birbirlerine yakın durdukları bir yerdi.
Ben de aklımca düşünmek, kafamda dağınık durduklarını gördüğüm parça parça bir-şeyler’i toplayabilmek üzere onların birbirlerinden habersiz seçtiği köşeye gelmişim. Renklerin konuşmaları kulaklarıma gelince işi anladım. Sözüm-ona, evet sözüm-ona ben bir şeyler toparlayacak, günlerdir kafamda birikmiş kelimeler yığınını derleyip sıralayacak, elimden geldiğince son düşüncelerimi kısaltacaktım.

    İşte, şu ne olduğunu, neler duyduğumu anlatacağım gece ben olağan işimi hoşnutlukla kaytardım. Çünkü dinlediklerim, benim düşüneceklerimden daha başkaydı. Bana yeni elektrikler katıyordu. Bunu ilk duyuşlarımla anladım. Kafamdaki hazır işleri unutmak korkusu küçülüp kayboldu.
    Onları başkalarına duyurmak itkisi içimde eriyiverdi. Onları unutsam bile olurdu. Eğer unutmazsam yeni bir ışık tutmasını öğrenebilirdim.
    Ben kuytu diye seçtiğim yere geldiğimde önce hiçbir konuşma duymadım ve görmedim. Zaten ilk konuşmalar başlayınca şaşırdım da dışıma doğru uyandım. İlk konuşmalar çok ağızdan çıktı. Hepsini şimdi kendi kendime düşünüp tekrarlayabiliyorum da, şu kağıda sırayla yazamıyorum. Konuşmalardan anladığıma göre, oraya ilkin renklerden biri gelmiş, uzanmış. Sonra öbür renkler sanki toplanmak üzere sözleşmiş gibi birbiri ardından gelmeye başlayınca önce gelenler de son gelen de hep şaşırmışlar. Bunu bir renk daha geldiğinde anladım. Ben hiçbirinin rengini vermeyeceğim, sadece dediklerini aktaracağım.
    – Bizi buraya ayrı ayrı kimse çağırmadığına göre bu bir tesadüf… Olsa gerek…
    dedi aralarından biri.
    – Ben gündüzleri havası kıt yerlerde bunalıyorum. Gece oldu mu şöyle bir yayılıp uzanasım geliyor. Gündüzlerde ayıran benim. Gecelerde ayrılan ben.
    – Sen olsa olsa belirli yerlerde oturuyor ya da ayakta duruyorsun. Ya ben… Dumandan dumana, yapıdan yapıya, çimentodan taşa, aklına bunlara uygun neler gelirse onlara koşuşmaktan bitkin düşüyorum.
    – Haklısınız. (dedi başka bir ses) ama bir de bana sorsanız ya, beni düşünseniz ya. Makinelerin merdaneleri arasından tutun da, fabrikaların kazanlarına kadar, sulu susuz hamurlar içinde zemin, benek, çizgi, halinde sürülüp serpiştiriliyorum ben. Bazen canıma tak ediyor. Keşke şu kadar ton vermeseydim diye. Açıktan koyuya bu kadar hırsla uzanmasaydım. Ne çilem varmış benim. Sıcaktan soğuğa, direkten kumaşa, denizin dibinden toprağın dibine kadar kol atmışım. Kim bilir bu yolculuklarda hangilerinizi delip geçiyorum, artık farkında değilim. Başım dönüyor bazen. Yanına gelmediğim hanginiz var, sanmam ki bir taneniz buna ben desin. Tabiatın beni böyle harcaması yetmiyormuş gibi, bir de insanlarla uğraş. Yok parlak olacakmışım, mat olacakmışım, bilmem hanginize çalacakmışım. Bıktım hani.
    – Ama sen şimdi aynı zamanda bizim de şarkımızı söylüyorsun. Farkında değil misin?
    – Bu olabilir. Siz istediğiniz kadar benden pay çıkarın kendinize. Ben asıl kendi serüvenimi anlatıyorum. Daha iyi ya! Demek sizi bile teker teker yormaktayım. Bir de kendi başıma benim yorgunluğumu düşünseniz, şaşar ve susarsınız çokluğumun ve derinliğimin yanında. Benim kadar çiğneneniz, yutulanınız var mı? Niye cevap vermiyorsunuz? Var mı? Söylesenize. Yalnız tabiat ile durumumu ele alın. Bırakın onu, yalnız insanlarla ilgilerimi alın. Onu da bırakın. Nebat meselesini düşünün. Ya hayvanlarla ilişkilerim! Hadi söyleyin. Ben anlatıyorum kısaca. Sizden bir şey beklemek, bir şey istemek, ummak için değil bu. Yanlış anlamayın. Ben biliyorum. Bu böyle geldi böyle gidecek.
    Suya bakın, denize bakın. Hey, bu bir avuç deniz sen misin? Bir bardak deniz sen misin? Bir liman deniz sadece sen misin? Yoksa sen, seninle bile ortaklıklarım olduğunu bildiğin için mi susuyorsun? Senin yerine günün bazı saatlerinde, ışığın bazı kırılmalarında nöbet tutan kim? Hanginiz benim kadar? Özür dilerim, başınızı şişirdim. Ben büyüklük ardında koşmuyorum. İstemem size karşı sizden bir şey almak. Çünkü biliyorum ki ben, siz varsınız diye ben de varım. Hepiniz için de bu aynı. Yalnız ben çok’um, çok. Sıkıntım bundan geliyor. Büyük, sıkıntılı sanılır. Büyüğün kendisine, özüne bağlı bir şeydir o… Olmayabilir de. Aksine birçok büyükler, daha rahattır. Sıkıntılı olsalar, büyük olana kadar bekleyemezlerdi. Azdır öyleleri. Sıkıntılı sıkıntılı büyük olabilenler, dayanamazlar büyüklüklerine. Tarih boyunca göz gezdirin olaylara. Sıkıntısı süren büyüğün büyüklüğe dayandığını görebilecek misiniz bakalım. Aksine sıkıntıdan cayanlar büyüklükte direnebilirler. Onları sıkıntılı zannettiren onların başlangıçtaki durumlarıdır. Sonra da öyle bilinirler. Ama aslında!…
    – Evet, evet. Doğru. Yakından biliyorum. Gözlerimle gördüm. Büyüklerin senin anlattığın, hatta anlatmadığın gibi olduklarını, yani benim kollarımda, kendi kollarında küçüldüklerini gözlerimle gördüm ben. Ben ötekilerini de gördüm, duvarların perdelerin arkasında büyük, kendi kendilerine, büyük kalabilenleri de gördüm. Ama çok yaşamadılar. Öldükten sonra, didik didik edildikleri halde büyük kalanları ben gördüm. Ölemediler.
    – Benim yalanım yok. Çünkü maksadım yok. Gayem yok. Çünkü onlar kendimim. Biliyorum. Zaten bilinen bir şey ki, ben büyük değilim, hiçbirinizin de olmasını istemem. Onlar bize verilen anlamlardır. Biz değilizdir, biz olamayız, biz olmamalıyız. Benim dediğim, benim çok olduğumdur. Ben çokum. Bu bir sayı, bir matematiktir, bir sav değil.
    O, o, o, o, ooooooo…
    Bu sesler, daha doğrusu bu ses, önce birer birer, sonra kol kola çıktı. Biri daha gelmişti. İnsanların son bıraktığı, en yorgun, en nazlı renk. Ona biraz takıldılar.
    – Hangi balodan böyle, hangi beşikten, hangi mezardan. Hangi gözden kaçabildin böyle…
    Daha bir sürü söylediler. Takıldılar, arada ağır da konuştular. Kavga çıkmayacağını biliyordum. Gene de bu yarım kalırsa diye korktum. Gerçi yarım kalsa ben de devam edebilirdim artık. Ama ne de olsa yakıştırma kaçardı. Son gelen renge takılmaları bitecek gibi değildi. Ama o hiç oralı olmuyordu. Bir kenara ilişmek üzere toplandı. Gözlerim dört açılmıştı. Demin konuşanın aksine bu renk derlenip toplandıkça çoğalıyordu. Ufak tefek bir şey oldu. Nefes alır gibi oluşuyla birden hep sustular. Sayıyorlardı onu anlaşılan. O sadece:
    Çok yorgunum, dedi.
    Bunun üzerine kimse bir şey demedi. Adamının ağzında ağırlığını bulan söz abideleşiyordu. Ben de kendi kendime tekrar ettim, çok yorgunum… Ama onun deyişi başkaydı.
    – Benim (için can verenler…)
    İrkildim birdenbire. Dalmışım. Bir şeylere dalmışım. Son gelen renk, beni anlatamayacağım bir tutumla sarıp sarmalayıp içime bükmüş. Ne tatlı bir uyanıklıktı, anlatamam. Nasıl oldu bu. Bir asalet mi, bir korku mu, bir özlem mi. Nedir bu renk. Nasıl örtüvermiş beni. Gururumu kırmadan, bana başkaldırma, direnme aşılamadan nasıl almış beni nasıl almış götürmüş beni, ya da getirmiş, anlayamadım bir türlü.
    – Benim için (can verenler…)
    Sesiyle irkilip dışıma çıkabildim. O arada, ben yokken, ben uzakta iken, kendimde iken neler olmuş bilemedim. Bilemeyeceğim de… Ama bu:
    – Benim için can (verenler)…diyen renk… Bu avaz-avaz bağıran renk… Biraz önceki durumunun ne kadar zıddını tiyatrolaştırıyordu. Önce, arada, bir şeyler geçmiş, ki söz buraya gelip dayanmış. Acaba birdenbire mi oldu bu? Yok. Katiyen birden olamaz böylesine bir değişiklik. Belki de dalışım daha iyi oldu. Aradaki farkı daha iyi anlamama yaradı. Bu olay için ben bir zaman süresi ölmüşüm demek. Sonra birden uyandım. İyi oldu. Anlayabildim hiç olmazsa. Bir an ölmeseydim. Demek bazen dışa ama biraz da içe doğru ölmek gerek bazı şeyleri anlamak için. Belki gene anlardım, ama böyle kesin olmazdı. Hazırlanırdım bu:
    – Benim için can verenler…
    diye bağıran rengin sesine. Tam keskinliğini duyamazdım içimde. Birisi, aralarından bir tanesi bir şey ispat etmek istiyordu. Hem bağırışından, hem söylediğinden bu çıkıyordu. Ben o rengi konuşurken iyice gördüm. Kızgın gibiydi, ama değildi. Yalnız, duruşu bile davranış gibiydi.
    Şimdiye kadar konuştuğunu sanmadığım bir tanesi:
    – Sen kendini can verenlere bağlamakla ilkin kendine karşı haksızlık ediyorsun. Sen daha önemlisin, daha beri, daha ötesin. Hem dolayısıyla bize de haksızlık ediyorsun. Sanmam ki sana başını sallayacak biri olsun aramızda. Etme kardeşim. Sen daha büyüksün. Küçültme kendini. Kızgınlığının yatışması buna yeter, durul. Gel otur yanıma. Başını omzuma koy, dinlen biraz. Sinirlenmişsin sen. Yorgunluktan. Sen az değilsin. İçerde ve dışardasın, sıcakta ve soğuktasın, sabahta ve akşamdasın ve bütün bunların arasında uzanmaktasın.
    – Bu sözler ona iyi geldi. Bu çağrı yerinde oldu. Renk oturdu, sustu, öylece kaldı. Duruşu gene de az anlam taşımıyordu. Dinleniş durumu bile dışa dönüktü.
    – Size bir şeyler diyeyim mi?
    O tatlı sesti bu. Konuşacaktı. Taa içimden gülümsediğimi farkettim. Serin serin canlandım.
    – Ben ne aranızı bulmak, ne de olan işi geçiştirmek isterim. Olacak olur. Olan olacak yapılabilir. Olacak, olan kılınabilir. Ben, şimdi belki en çok beni, belki daha çok sizi ilgilendiren, belki de hepimizin malı olan bir şeyi belirtmek istiyorum. Yaptığım hep oydu. Ama söylememiştim. Bir daha belki bir araya gelemeyiz. Sizler gelseniz belki benim işim çıkar. İstesem bile bırakmayabilirler beni.
    Bizler için can verenler kutsaldır. Ama onlar başka şeyler için de can verebilirler. Hatta veriyorlar. Bu bakımdan, kendimizi onlarla açıklamaya bence hiçbir gerek yok. İsterseniz onları kendimizle açıklayalım. Siz bana sorarsanız, ben bu diyeceğimi demin kızgınlaşan arkadaşıma bağışlamak istiyorum. İzin verirseniz onun olsun. Vereceğim bence değerlidir, çünkü benim özümündür. Renkler olduğunuz için de sizindir aynı zamanda. Bunu ben kendim bulduğum için ona öz malımdır diyorum. Daha derincesi onu olanlardan kendim yarattığım için, böyle diyorum. O olmadı. Onu ben yarattım. Öldürdüm onu ben. Kardeşim: “Benim için can verenler.” deme. O canı ona veren var. O canı veren var. Durum karışır. Hiddetinin müşterisi belli olmaz. Kim vurduya gidebilir bir renk. Sana şunu bağışlıyorum, kabul et, sen:
    – Ben, o günden bugüne kadar.
    De. Bak nasıl yetecek sana. Ya da sen ona yeteceksin. O günden bugüne kadar diye başla… Sonra sus istersen. İstersen konuşmana devam et. Çünkü, bak:
    – Ben, o günden bugüne kadar…
    – Böyle bir başlangıç sonucu öylesine uzaklara iter ki. Ona varmak için düşünceler, düşünceler ister. Kelimeler ister. Bırak, kendilerini aşanlar ona ulaşsın, varsın ona. Yani az kişi ulaşsın demek istiyorum. Daha değerli olmaz mı? Ulaşmak ve onun istediği süre. O sürenin üstünde bizler varız. Sen bu sürenin bir yerinde kalma. İstemeyiz bunu. Bizi…
    – Beni bırakma…

• • •

Bundan sonra, hiçbirinden tek kelime çıkmadığını söylemesem ölürüm. Bunun üzerine oradan kalkıp gittim mi! Oradan ayrıldım mı! Orada kaldım mı! Bilemiyorum. Bilemedim de. Ben kimseye o gece çok güzeldi, diyemeyeceğim. Desem kimse bana inanmayacak. Ona yanıyorum.


Ben Kimseye O Gece Çok Güzeldi, Diyemeyeceğim, Özdemir Asaf – Hikâye
Kaynak: Dün Yağmur Yağacak, Özdemir Asaf, Adam Yayıncılık
Gönderen: Samet Altun, (04.12.16, 18.01)