anlatı, roman

Yedinci Gezi, Jean-Jacques Rousseau

Uzun düşlemlerimin öyküsü henüz başladığı halde, sonunun da geldiğini duyumsuyorum. Onun yerine geçen ve beni uğraştıran başka bir eğlence var ki, beni düşleme koyulmaktan alıkoyuyor. Buna kendimi çılgınca bir zevkle veriyor ve aldığım zevki düşündükçe kendime gülüyorum; ama, yine o zevki duymayı sürdürüyorsam, şimdi bulunduğum durumda, her bakımdan huyuma engelsiz uymaktan başka umarım olmadığındandır. Talihimle başa çıkamam; eğilimlerimin hepsi masumdur; hele insanların yargılarını artık hiçe saydığım için, akıl şunu yapmamı istiyor: ister özel yaşamımda, ister herkes içinde olsun, keyfimden başka hiçbir yasaya uymayarak hoşuma gideni yapmak ve bunda, güçlülük olarak ne kaldıysa, onun ölçüsü dışında ölçü tanımamak. İşte besin olarak kuru otuma, uğraş diye bitkibilime döndüm. Yaşım epey ilerlemişti ki İsviçre’de Ivernois hekiminden ilk bilgilerimi edinmiş ve gezilerim sırasında, bitkileri oldukça öğrenecek kadar ot toplamıştım; ama altmışımı geçip de Paris’e yerleştikten sonra, uzun boylu ot aramaya çıkacak gücüm kalmamıştı; üstelik de yazdıklarımı temize çekmek bana başka zaman bırakmadığı için, artık gerekli olmaktan çıkan bu eğlenceden vazgeçmiştim; evet koleksiyonumla kitaplarımı satmıştım; Paris çevresindeki gezintilerim sırasında ara sıra rasladığım bitkileri görmekten hoşnut oluyordum. Edindiğim en sıradan bilgiler bile, bu aralık, belleğime yazıldığından çok daha çabuk siliniyor.

İşte altmış beş yaşımı geçtiğim, belleğimde bir şey tutamaz olduğum, kırlarda dolaşmak için gereken güçten yoksun edildiğim ve kılavuzsuz, kitapsız, bahçesiz bulunduğum şu sıradadır ki, birdenbire ot toplama merakına, ilk gününde duyduğumdan çok yoğun bir ateşle yeniden düştüm. Murray’ın “Regnum Vegetabile”sini baştan aşağı ezberlemek ve yeryüzünde bilinen bütün bitkileri bilmek gibi, akıllı uslu insanlara yaraşır bir düşünceye kapıldım. Bitkibilimle ilgili kitaplar almaya gücüm olmadığı için, ödünç aldıklarımı kopya etmeye başladım ve eskisinden daha zengin bir koleksiyon oluşturmaya karar verdim. Bir yandan denizlerin ve Alpler’in bütün bitkileriyle Hint ağaçlarının hepsini toplama umudunu beslerken öte yandan da ucuz ve kolay olmak üzere hodan, firenk maydanozu, fare kulağı ve kuş otuyla işe başlıyorum; bilgiç bilgiç, kuşlarımın kafeslerinden bile ot topluyor ve en küçük bir ot parçası önünde, “İşte bir bitki daha!” diyorum.

Hevesime uyma kararımı haklı göstermeye çalışmayacağım; bulunduğum durumda, beni eğlendiren işlerle uğraşmanın bir tür erdem olduğuna inandığım için, kararımı akılcı buluyorum: Bu, yüreğimde kin ve öç gibi duyguların büyümesine engel tek yoldur; yaşamımın aldığı bu durumda herhangi bir şeyle avunabilmek için de, gerçekte her türlü öfke ve şiddet gereksinmesinden temizlenmiş bir huy gerek. Böylelikle, bana acımasız davrananlardan kendime göre öç almış bulunuyorum ki onları kendilerine karşın mutlu olmak gibi daha büyük bir cezayla cezalandıramam.

Evet, kuşkusuz mantık ve akıl, bana, beni çeken ve uymama hiçbir şeyin engel bulunmadığı her eğilime uymamı hoş görüyor, dahası, beni zorluyor; ama, bu eğilimin beni ne için çektiğini, sanki bunak ve işe yaramaz bir duruma geldiğim, belleğimi ve canlılığımı yitirdiğim bu yaşlı günlerimde, beni bir öğrenciye benzeten, yararsız, verimsiz ve boş bilgiler edinmekten nasıl bir zevk duyduğumu öğretmezler. Oysa bu, açıklamak istediğim bir şaşırtıdır (garabettir). İyi aydınlatılırsa, son boş zamanlarımı verdiğim özvarlık bilgime yeni ışıklar serper.

Kimi zaman epey derin düşündüm; ama bundan pek az hoşlandığım gibi hemen her zaman da canım istemeyerek, sanki zorla düşündüm. Düşünce beni yorar ve üzgün kılar; düşlemse yorgunluğumu alır, eğlendirir. Düşünmek benim için, her zaman güçlükle dolu ve çekici olmayan bir uğraş oldu. Düşlemlerim ara sıra düşünmekle sonuçlanır; ama, düşüncelerim çoğu kez düşleme dönüşür ve şaşırtmaca sırasında, ruhum, imgelemimin kanatları üzerinde evreni, herhangi bir zevki geride bırakan bir esrimeyle dolaşır. Bu zevki olanca saflığıyla tattıkça, başka herhangi bir uğraş bana tatsız gelmiştir; ancak dışarıdan gelen etkenlerle yazın yaşamına atılıp kafa işletmenin yorgunluğunu ve uğursuz bir ünün rahatsızlığını duyunca, o tatlı düşlerim de bir baygınlık ve durgunluk dönemi geçirdi. Az sonra, bu üzücü durumumla istemeyerek uğraşmam gerekince, benim için elli yıl boyunca yükselmenin ve ünlenmenin yerini tutup zaman harcamaktan başka gideri olmayan işsizlik dönemimde, beni ölümlülerin en mutlusu durumuna getiren sevgili uğraşlarıma artık pek seyrek kavuşabilir oldum.

Dahası, yakımlarımdan ürken imgelemimin, bu düşlemlere dalışlarımla birlikte bütün çalışmasını artık o yöne çevirmesinden ve sonunda, üzüntülerimin beni yükleri altında ezmelerinden korkuyordum. Öyle bir durumdaydım ki, kendime özgü bir içgüdüyle imgelemimi durdurdum ve dikkatimi çevremdeki eşya üzerinde tutarak (ilk kez olmak üzere) şimdiye dek genel görünümüyle seyrettiğim doğanın ayrıntılarını araştırmaya giriştim.

Ağaçlar, fidanlar, bitkiler dünyanın süsü ve giysisidir. Çıplak ve kel bir kır görünümü kadar üzünç veren bir şey yoktur; çünkü gözlere taş, balçık ve kumdan başka göstereceği bir şey olamaz; ama doğanın canlandırdığı, düğün kılığına girmiş olan ve her yanında sular akan, kuşlar öten toprak, doğanın uyumu içinde insanlara çekici yaşamla ve güzellikle dolu bir evren gösterir ki bu, gözlerle gönüllerin hiç bıkmadığı bir evrendir.

Düşünceye dalan kimse ne denli duyarlıysa, o uyumun verdiği esrikliğe o oranda kapılır. O zaman derin ve tatlı bir düşleme dalar; ve sanki özdeşleştiği bu güzel uyum içinde sarhoş olur. O andan sonra, ufak tefek şeylerin ayrımına varamaz ve her şeyi ancak bir “bütün” içinde görür. Tümüyle kucaklamaya uğraştığı evreni, bölüm bölüm düşünebilmesi için düşüncesini ve imgelemini darlaştıran olağanüstü bir olay gerekir.

Nitekim, acının sıkıştırdığı yüreğim, yitmeye ve derece derece düştüğüm tasa içinde sevinmeye yüz tutmuş o sıcaklık artıklarını korumaya çalıştığı zaman, doğallıkla böyle oldu. Yazgımı tazelemek korkusuyla düşünmeyi göze alamayarak ormanlarla dağlarda tembel tembel geziyordum. Tasadan kaçınan imgelemim, alışkanlıklarımı, çevremdeki şeylerden aldıkları hafif ama tatlı izlenimlerine bırakıyordu. Gözlerim durmadan o şeylerin, kimileyin biri kimileyin öteki üzerinde dolaşıp, çok değişik konulardan bir kaçı üzerinde daha çok durmaması olanaksızdı.

Gözlerimin, talihsizlik içinde dinlendirici, avutucu ve uyuşturucu bu eğlencesinden hoşlandım. Nesnelerin niteliği, bu eğlencenin daha çekici olmasına yardım eder. Tatlı kokular, canlı renkler, zarif biçimler, sanki ilgimizi çekmekte birbiriyle yarışırlar. İnsan, kendisini böyle tatlı duygulanımlara bırakmak için, yalnızca zevki sevmeli; buna herkes kapılmazsa, kiminin duyarlıktan yoksun olması, en çoğunun da başka düşüncelerle uğraşıp dikkatlerine çarpan şeylere şöyle bir bakmakla yetinmeleri yüzündendir.

“Zevk” sahiplerini bitkilerin dünyasından uzaklaştırmakta etkili olan bir nokta daha var ki, o da, bitkileri yalnızca birer ilaç olarak düşünmek göreneğidir. Teofrastos başka türlü görmüştü; onun içindir ki bu filozofa eski zamanların en büyük bitkibilimcisi diye bakılabilir. Aramızda tanınması da bundandır. Ama, tıp bilimi, pek çok ilaç formülü toplamış olan Diyoskorides adında biriyle yorumcuları sayesinde bitkilere öyle bir el koyuş koydu ki, onlarda artık, gerçekte olmayan ama şunun ya da bunun söylentisiyle var olduğu düşünülen özelliklerden başkası görülmez. Bitki oluşumunun, kendi adına ilgi çekmesi düşünülemez. Ömürlerini bilgiç bilgiç kabuklu hayvanları sınıflandırmakla geçiren kimseler, bitkibilimle, kendi ileri sürdüklerine göre bu bilim öteki fen bilimleriyle tamamlanmadıkça, gereksiz bir konu diye alay ederler; çünkü yalancı olan ve yargılarını başkalarından almış bulunan insanların, kendilerinin uzman ve yetkili olduklarını söylemelerine bakmayıp, yalan söylemeyen doğayı gözlemekten vazgeçmemeli. Çiçekli bir çayırda durup çiçeklere bakın: sizi görenler, bir cerrah çırağı sanıp çocuklarının keline, erkeklerinin uyuzuna, beygirlerinin sakağısına ilaç isterler.

Bu kötü görenek, başka ülkelerde, hele İngiltere’de biraz ortadan kalktıysa, bitkibilimini eczacılık okullarından kurtararak doğa tarihiyle ekonomi konularına az çok mal eden Linnacus sayesindedir. Ancak bu bilimin kibarların dünyasına daha az girdiği Fransa’da, bu konuda öyle ilkel kalınmıştır ki, Parisli bir zarif kişi, Londra’da az görülür ağaç ve bitkilerle dolu bahçeyi görerek, güzel sözler söylemek için, “Aman ne güzel bir eczacı bahçesi!” diye haykırmıştır. Bu hesaba göre, Âdem babamızı ilk eczacı saymalı: Çünkü, bitki bakımından, cennet bahçelerinden daha zengin bir bahçe düşünülemez.

Bu ilaçlı düşünceler, sanırım bitkibilimi sevdirecek nitelikte değildir; onlar çimenliklerin minelerini bozar, çiçekleri soldurur, koruların serinliğini yok eder, yeşillikle gölgeyi anlamsızlığa boğar; o zarif ve sevimli görünüm, her şeyi bir havanda dövmeyi düşünenleri ilgilendirmez. Çoban kızlarının başına takılan taçlar, tenkiye otlarından yapılacak değil ya.

Bütün bu eczane gereçleri, benim kır görünümlerimi hiç bozmuyordu; çünkü gölün sularından pek uzaktı. Kırlara, bağlara, ormanlara ve buralarda oturan insanlara yakından bakarken, çoğu kez, bitkilerin, doğanın insanlara ve hayvanlara bağışladığı bir besin ambarı olduğunu düşündüm: ama oralarda ecza ve ilaç aramak hiçbir zaman aklıma gelmedi. Bu ürünlerin hiçbirinde, böyle kullanılmalarını gerektirir bir şey görmem; doğa da, onlardan yararlanmamızı isteseydi, yenecek bitkileri nasıl gösteriyorsa öyle gösterirdi. Dahası, koruları dolaşırken duyduğum zevkin; bitkilerin sıtmayı, kum hastalığını, sarayı, damla hastalığını anımsatması ve insan bedeninin sakatlıklarını düşündürmesi nedeniyle, zehirleneceğini duyumsuyorum. Bununla birlikte, bitkilerde bulunduğu düşünülen iyi nitelikleri de yadsıyacak değilim; ancak diyeceğim ki, iyi niteliklerin gerçek olduklarını varsayarsak, hastaların hastalıklarının sürüp gitmesi şakadan başka bir şey değildir; çünkü, insanların kendilerinde bulunduğu kuruntusuna kapıldığı bunca hastalıktan biri yoktur ki, onu kökünden iyi edecek yirmi tür ot bulunmasın.

Hiçbir zaman, her şeyi maddesel çıkarımıza göre düşünen, her yerde kazanç ya da ilaç arayan ve hastalıklar olmasa doğaya karşı ilgisiz kalacak olan bu anlayışı benimsemedim. Bu konuda, öteki insanlardan çok farklı olduğumu duyumsuyorum. Gereksinmelerime dokunan her kaygı beni hüzünlendirir, düşüncelerimi bozar; öyle ki beynimin çalışmasından, ancak benliğimin çıkarlarını gözden uzaklaştırmakla zevk aldım. İşte, tıbba inansam ve ilaçları hoş olsa, onlarla uğraşmaktan, doğayı saf ve amaçsız olarak seyretmekten zevki alamam; vücudumun ona bağlı bulunduğunu duyumsadıkça da, ruhum doğanın üstünde gezemez, coşamaz. Aslında, tıbba hiçbir zaman çok güvenmemekle birlikte, sevdiğim, değer verdiğim ve can kafesimi istedikleri gibi yönetmelerine izin verdiğim kimi hekimlere çok güven besledim. On beş yıllık deneyim, bana kendi zararıma olarak epey ders verdi; artık yalnıca doğa yasalarına uyduğum için eski sağlığımı yeniden buldum, hekimlerin benden başka yakınmaları yoksa, bana düşman olmalarına nasıl şaşılır? Ben, onların sanatlarındaki boşluğun, sağaltımlarındaki yararsızlığın canlı bir kanıtıyım.

Hayır, özvarlığımın (nefsimin) çıkarlarını ilgilendiren, kişisel denebilecek hiçbir şey, ruhumu gerçek anlamda kaplayamaz. Ancak kendimi unuttuğum anlardadır ki, tatlı düşlemlerime dalarım. İnsanların arasında erimekte, bütün doğayla bir olmakta, tanımlanamaz bir ruh esrimesi duyarım. İnsanlar benim kardeşlerim oldukları sürece, dünyasal mutluluklar tasarlamaya başlardım; bu düşünceler bir “bütün”e bağlı bulunduklarına göre, herkesin mutluluğundan ben de mutlu olabilirdim; kardeşlerimin kendi mutluluklarını benim düşkünlüğümde aradıklarını gördüğümden beridir ki, gönlüm özel, bana özgü bir mutluluk düşüncesini benimsemiştir. İşte o zaman onlardan nefret etmemek için, kaçmam gerekti ve ortak anamıza sığınarak, onun kolları arasında çocuklarının saldırılarından korunmaya çalıştım. Yalnız bir adam, daha doğrusu onların dediği gibi, toplum yaşamından kaçan ve insan düşmanı bir adam oldum; çünkü en korkunç yalnızlık bile, bana kötülerin, aldatma ve düşmanlıktan başka bir şeyle beslenmeyen ilgisinden daha yeğ gelir.

İstemediğim halde aklıma yıkımımı getirmek korkusuyla düşünmekten kaçınmaya, bunca kaygının sonunda ürkütebileceği neşeli ama yorgun imgelemimin artıklarını tutmaya, başkaldırarak kin duyma tehlikesiyle beni aşağılamaya yönelen insanları unutmak zorunda olan ben, bütün bunlara karşın kabuğumun içine, bütün bütün kapanamam; çünkü çekinmesine karşın, ruhum, varlığını ve duyarlığını başka yaratıklara da yaymak ister; üstelik de eskisi gibi, kendimi doğanın o geniş okyanusuna balıklama atamaz oldum; çünkü zayıflamış ve gevşemiş alışkılarım, sıkı sıkı bağlanacak belirli ve değişmez konular bulamıyorlar ve benim de, eski ruh coşkunluklarımın karmakarışık denizinde yüzecek gücüm yok. Düşüncelerim artık birer duygulanma olayından başka bir şey olmadığı gibi, bunların etki alanı da, çevremdeki nesnelerinkini aşmıyor.

İnsanlardan kaçar, yalnızlığı arar ve artık imgelemim işlemez, hele düşünmez olmakla birlikte üzünçlü ve uyuşuk bir duygusuzluktan beni uzak tutan canlı bir yaratılışım olduğu için, çevremdeki şeylerle ilgilenmeye başladım. Ve doğal bir içgüdüyle, bunların en hoşlarını seçtim. Madenlerde ne güzellik ne çekicilik vardır: Toprağın bağrına gizlenmiş bu servetler sanki insanların açgözlülüklerini eyleme geçirmemek için gözlerinden kaçırılmıştır; insanların orada, daha kolay erişilir ve daha gerçek olup, kötülüğe kapıldıkça zevk almamaya başladığı servetleri tamamlamak üzere, yedek diye duruyorlar. İnsan işte o zaman, derdine umar bulmak için sanayiyi, bu zorluklarla dolu işi yardıma çağırırlar; toprağın içlerini karıştırır; yaşamı ya da sağlığı pahasına o derinliklerde, yararlanmasını bildiği sürece toprağın kendiliğinden verdiği gerçek nimetlerin yerine, var sanılan nimetleri arar. Görmeye artık layık olmadıkları güneşten ve günden kaçarlar; kendilerini diri diri gömerler: haklıdırlar, çünkü, gün aydınlığında yaşamaya layık değildirler artık. Oralarda, köy yaşam ve işlerinin tatlı görünümleri yerine ocaklar, uçurumlar, demirhaneler, fırınlar, bütün bir örsler, çekiçler, dumanlar ve atışlar bütünü geçer. Maden ocaklarının zehirli havasında yaşayan mutsuzların solgun yüzleri, kara demirciler, çirkin ecinniler: işte o maden ocaklarının, yerin bağrında yeşillik ve çiçekler, mavi gök, aşık çobanlar ve gürbüz çiftçilerin yeryüzündeki varlığıyla değişen görünüm!

Açıkça söylemek gerekir ki, insanın kum ve taş toplaya toplaya dolaşıp bunları cebine ve çalışma odasına yığarak, kendisine bir doğabilimci süsü vermesi kolaydır. Ancak, bu gibi “toplayıcılar”ın çoğu, gösteriş zevkinden başka bir şey aramayan zengin bilisizlerdir. Madenleri incelemeden yararlanmak için kimyacı ya da doğabilimci olmalı; güç ve pahalı deneyler yapmalı; laboratuvarlarda çalışarak, sağlığını ve kimi zaman da yaşamını tehlikeye koyarak, kömür, inbikler, potalar, fırınlar içinde ve boğucu buharlarla dumanlar arasında epey para ve zaman harcamalı. Bütün bu yorucu ve üzücü çabadan, genellikle bilgiden çok kendini beğenme çıkar. Nitekim en kötü kimyacı bile, kendi alanında raslantıyla bir iki buluş yaptığından dolayı, doğanın bütün yüce işlemlerini anladığını sanır.

Hayvanların dünyası bize daha yakın, hem de incelemeye daha layık. Ama onların incelenmesi de birçok güçlükle ve yorgunlukla dolu değil midir? Hele, ne eğlencelerinde ne de çalışmalarında kimseden yardım beklemeyen yalnız bir adam, havada kuşları, sularda balıkları, rüzgardan daha hafif ve insandan daha güçlü dört ayaklıları nasıl gözlemler, yorumlar ve inceler ki, ne onlar inceleme konum olmak üzere bana doğru gelmeye hazırdır, ne de benim onların peşinden gitme isteğim var. Demek ki elime geçirebileceklerim, ancak salyangozlarla solucanlar ve sineklerdir; ve ömrümü kelebeklerin peşinden soluk soluğa koşmak, zavallı böcekleri kazığa oturtmak, tutabilirsem fareleri ya da rasladığım hayvan leşlerini kesip incelemeyle geçireceğim. Bu işi yapmadan hayvanları incelemek boştur; Hayvanların sınıflandırılması, türlü cins ve türlerinin ayırt edilmesi, ancak kesip incelemeyle öğrenilir. Alışkanlıkları ve huyları bakımından inceleyebilmek için de kuşhanelere, balık havuzlarına, canlı hayvanlara sahip olmalı; onları şöyle ya da böyle çevremde toplu bulundurmalıyım; oysa onları tutsak etmeye ne araç gerecim var, ne isteğim, ne de özgür oldukları zaman izleyecek gücüm. Demek bunları ölü olarak incelemek, parçalamak, kemiklerini çıkarmak, delip deşmek gerek; kesme salonunun, ne korkunç bir görünümü vardır; kokmuş leşler, mosmor etler, iğrenç bağırsaklar, tiksinç iskeletler; zehirli bir hava! Ant içerim ki Jean-Jacques, eğlencesini orada aramayacaktır!

Parlak çiçekler, mineli çayırlar, serin gölgelikler, çaylar, koruluklar, yeşillikler; gelin, bu iğrenç şeylerin kirlettiği imgelemimi temizleyin! Büyük eylemlere artık girişemez olan ruhum, ancak duyumsanabilir şeylerle duygulanabiliyor: Bende “duygu”dan başka hiçbir şey kalmadı ve yalnızca bununladır ki acıyı ya da hazzı duyabilirim. Çevremdeki tatlı şeylerin çekimine kapılarak onları seyrediyor, düşünüyor, karşılaştırıyor ve sonunda nasıl sınıflandırılmaları gerektiğini öğreniyorum; işte böylece ve birdenbire, yeni yeni nedenlerle her gün daha çok sevmek için doğayı incelemek isteyenler kadar bitkibilimci oldum. Bir şey öğrenmeye çalışmıyorum; artık zamanı geçti. Aslında bu denli çok bilginin, yaşamın mutluluğuna yardım ettiğini hiç görmedim; ama kendime, hiçbir güçlük duymadan zevk alacağım ve bana yıkımlarımı unutturacak tatlı ve sıradan eğlenceler arıyorum. Ottan ota, fidandan fidana tembel tembel dolaşmak, onları incelemek, türlü özelliklerini karşılaştırmak, farklarını ve ilişkilerini görmek; bitkilerin oluşumunu, o canlı makinelerdeki değişimleri izleyecek gözlemleri yapmak, uydukları genel yasaları, kimi zaman başarıyla aramak, türlü türlü yapılarının nedenlerini ve amaçlarını araştırmak, üstelik bana bunlardan haz duyduran ellere karşı duyduğum hayranlık ve minnettarlığı beslemek için ne harcamaya gereksinmem var, ne güçlüklere katlanmaya.

Bitkiler yeryüzüne, gökteki yıldızlar gibi bol bol serpilmişse, sanırım insanları merak ve zevk yoluyla doğayı incelemeye çağırmak için olacaktır; yıldızlar bize uzak; onlara erişmek ve gözle görülür duruma getirmek için, önceden edinilmiş bilgiler, araçlar, makineler, uzun merdivenler gerekli. Bitkibilim, işsiz ve tembel olan bir yalnız adamın işidir; bitkileri gözlemlemesi için yalnızca bir büyüteçle bir çivili değneğe gereksinme duyar; gezer, birinden ötekine özgürce gider, çiçeklerin hepsini ilgiyle gözden geçirir ve oluşumlarının yasasını sezmeye başlayınca, onları gözlemlemekten, güçlüğü olmayan, ama güç bir işmiş gibi derin bir haz duyar. Bu hoş uğraşın, ancak tutkular yatıştığı anlarda duyumsanan, ama yaşamı mutlu ve tatlı kılan bir çekiciliği vardır; ancak, bir yer kapmak ya da kitap yazmak kaygısıyla ona herhangi bir çıkar ya da benlik davası katılır, bitkilerle salt öğretim üyesi ya da yazar olmak için uğraşılırsa, bu zevk yiter ve bitkiler artık, tutkularımız için birer araçtan başka bir şey olmazlar; herkes, bilmek değil de bildiğini göstermek kaygısına düşer ve ormanların ortası bile, kendini beğendirmek isteyenlerin beceri ve yetenek sahnesi durumunu alır. Bundan başka, çalışma odası ya da haydi haydi bahçe bitkiciliğiyle sınırlandırılarak, bitkiler doğa içinde gözlemleneceğine, yalnızca yöntemler ve inceleme yollarına saplanılır ki, bunlar, pek bir şey öğretmedikten ve doğa tarihini hakkıyla aydınlatmadıktan başka, sonu gelmez anlaşmazlıklara da konu olurlar. İşte, öteki bilginlerden daha çok bitkibilimcilerde görülen ün yarışması, kıskançlık ve kin, bundan çıkar. O bilginler, o güzel bilimlerini bozarak kentlere ve akademilere taşırlar ki, orada, toprağından çıkarılmış fidanlar gibi yozlaşırlar.

Bu bilime tutkulu olarak sarılmam, büsbütün başka bir görüş nedeniyle oldu. O, şimdi, artık beni bırakan öteki tutkuların yerini tutuyor. İnsanların anısından ve kötü amaçlarından elverdiğince kaçmak için dağlarla kayalıklara tırmanıyor, dere içlerine ve korulara dalıyorum. Bir ormanın gölgesine sığındığımda, bana öyle geliyor ki, insanların unuttuğu özgür ve dingin bir adamım; sanki düşmanım kalmamış ya da ağaçların yaprakları, beni anıları gibi kendilerinden de korumaktadır; sanıyorum ki, benim budalalık ederek kendilerini düşünmemem onları beni düşünmekten alıkoyacak. Durumum, zayıflığım ve gereksinmelerim izin verse, bu boş düşlemde bulduğum tada kendimi hepten bırakacağım. İçinde yaşadığım yalnızlık arttıkça, o boşluğu dolduracak bir uğraşa gereksinmem var; imgelemimin ya da belleğimin geri çevirdiği konunun yerini de insanların zorlamadığı toprağın her yandan gözüme görünen ürünleri tutar. Bir çölde yeni yeni bitkiler toplama zevki, bana acımasız davrananların kaçma zevkini geçiyor; insan izi olmayan yerlerde, onların kininden kurtulabildiğim bir sığınaktaymış gibi rahat soluk alıyorum.

Yargıç Clerc’in dağı olan Robaila’da bir gün ot toplayışımı ömrüm oldukça unutmam. Yalnızdım. Dağın girintilerine daldım; ormandan ormana, kayadan kayaya geze geze vardığım gizli yer, eşini görmediğim yabanıllıkta bir yerdi. Burayı birbirine karışmış yaşlı ve koskoca kayın ağaçlarıyla çam ağaçları kaplamıştı. Çevrenin ancak bir iki aralığı vardı ki onlar da dimdik kayalıklar ya da yüzü koyun yatmadan bakamadığım korkunç uçurumlara açılıyordu. Dağın yarıklarında ak baykuşlar, puhu kuşlarıyla kartallar bağrışıyorlardı. Bu ıssızlığın korkusunu, yalnızca az görülür ama alıştığımız kimi küçük kuşlar gideriyordu. Orada heptophyllos türü cyclamen’i, nidus avis’i büyük laserpitium’u ve daha başka, bana büyük zevk veren ve eğlendiren bitkileri buldum; ama ayrımına varmaksızın nesnelerin yeğin etkisine kapılarak bitkileri ve bilimlerini unutup, lycopodium’dan, yosundan oluşmuş yastıklara dayandım, düşlemlere daha rahat daldım, kıyıcıların beni bulamayacakları ve dünyada kimsenin bilmediği bir yerde bulunduğumu düşündüm. Çok geçmeden bu düşlemlere bir tür büyüklenme de karıştı. Kendimi, ıssız adalar bulan büyük gezginlere benzetiyor ve “Belki de buraya değin uzanan ilk insan benim,” diye düşünüyordum. Kendime az çok bir ikinci Kristof Kolomb gözüyle bakıyordum. Bu kanı içinde yüzmekteydim ki, az uzaktan bir şıkırtı geldiğini duydum ve ne olduğunu sezer gibi oldum; dinledim; bu gürültü aynı biçimde, değişmeksizin yinelenmekteydi. Merak ve şaşkınlıkla kalktım, sık bir çalılıktan geçerek sesin geldiği yöne yürüdüm ve ilk kez insan yüzü gördüğünü sandığım yerin yirmi adım ötesindeki küçük koyakta bir çorap fabrikası gördüm.

Bu görünüm karşısında, yüreğimde duyduğum karışık ve birbirine karşıt duygularla dolu coşkuyu anlatamam. İlk duygum, kendimi yapayalnız düşündüğüm bir yerde, insanlar arasında bulunmaktan sevinmek olduysa da, şimşekten daha hızlı bu duyguyu, daha sürekli bir düşünce izledi: Alp Dağları’nın inlerinde bile, bana eziyet etmeye kararlı insanların acımasız ellerinden kurtulamadığım düşüncesiydi bu. Çünkü, o fabrikada çok daha uzaktan gelmiş etkenlerle eyleme geçen söylevci Montmollin’in başına geçtiği suikast düzeninden habersiz iki adam dahi bulunamayacağına emindim. Ancak, bu üzüntü verici düşünceden sıyrılmakta gecikmeyerek, hem kendime, hem kişiliğime verdiğim çocukça önemi ve bunun nasıl tuhaf bir cezayı çekmeme yol açtığını düşünerek güldüm.

Ama, bir koyağın içinde çorap fabrikası bulunacağı kimin aklına gelirdi? Yabanıl doğayla insan ürünü olan sanayiyi karıştıran tek ülke İsviçre’dir; Saint-Antoine Sokağı’ndan daha uzun sokakları üstü ormanlarla örtülü dağlarla kesilmiştir ve evler birbirine İngiltere’de olduğu gibi, bahçelerle bağlanmıştır. Tepesinden yedi göl görülen Chasseron Dağı’nda, az önce du Peyrou, d’Escherny, Albay Pory ve Clerc’le birlikte ot toplamamızı bu nedenle anımsadım.

Bize, bu dağda tek bir ev bulunduğunu söylediler; orada oturan kimsenin, ticareti pek yolunda bir kitapçı olduğunu söylemeselerdi, anlayamayacaktık. Bana öyle geliyor ki şu kadarcık bir olgu bile, İsviçre’yi gezginlerin yazdıklarından çok daha iyi tanıtır.

Buna benzer başka biri daha var ki, büsbütün ayrı bir ulusu daha iyi tanımaya yaramaz. Grenoble’da otururken, oranın avukatlarından Bay Bovier ile sık sık kent dışında ot toplardık; bu kişi, bitkibilimi bildiğinden ya da sevdiğinden değil, benim özel korumam kesildiği için, benden bir adım uzaklaşmamayı görev biliyordu. Günün birinde Isere boyunca, dikenli söğütlerle dolu bir yeri dolaşıyorduk. Bu küçük ağaçların üzerinde olmuş yemişler gördüm; merak edip tattım; mayhoşlukları hoşuma gitti; bunlardan epey yedim. Mösyö Bovier yanımda duruyor, ses çıkarmıyor, ama benim gibi yemiş yemiyordu. Derken dostlarından biri çıkageldi ve benim o taneleri çiğnediğimi görerek, “Ne yapıyorsunuz bayım, bunların zehirli olduğunu bilmiyor musunuz?” dedi. Ben şaşırarak, “Ne, zehirli mi?” diye haykırdım. “Elbette,” dedi, “Herkes bilir de ağzına götürmez.” Bay Bovier’ye bakarak sordum: “Niçin beni uyarmadınız?” O, saygılı bir edayla karşılık verdi: “Böyle bir cüretkarlığı göze alamadım efendim!” Yemişleri yemekten vazgeçmekle birlikte, Dauphinelilerin bu alçakgönüllülüğü karşısında gülmeye koyuldum. O kanıdaydım ki (hala da öyledir) doğanın tatlı yemişleri (gereğinden çok yemedikçe) vücuda zararlı olamaz. Ama bütün gün kendimi dinlemekten geri kalmadığımı söylemeliyim; işi biraz kaygıya düşmekle geçiştirdim. Güzel yemek yedim, rahat uyudum; sonra Grenoble’da herkesin söylediği gibi insanı, pek azı bile zehirleyen o korkunç hyppophae’dan onbeş-yirmi tane yuttuğumun ertesi günü pek sağlıklı kalktım. Bu serüven bana öyle tuhaf geldi ki, avukat Bovier’nin garip çekingenliğini anımsadıkça hala gülerim.

Bütün bu bitki inceleme gezilerim, dikkatimi çeken şeylerin bulunduğu yerden aldığım türlü izlenimler ve yol açtığı düşünceler, bunlara karışan olayların tümü, bende aynı yerlerde toplanan otlarla karşılaşınca tazelenen duygular bıraktı. Yüreğime, her zaman duygululuk veren o güzel görünümleri, ormanları, gölleri, korulukları, kayaları, dağları bir daha göremeyeceğim; ancak, kendimi yeniden orada düşünmek için ot ve kök koleksiyonumu açmak yeter. Bu, benim için bir tür anı defteridir.

Beni bitkibilime bağlayan, dolaylı düşünceler zinciridir ki imgelemime onun en çok hoşlandığı düşünceleri toplayarak anımsatır: çayırlar, sular, ormanlar ve bütün bunların içinde bulunabilen yalnızlık, sessizlik ve hele erinci belleğimde hep canlandırmaktadır. Böylece, insanların bana yönelmiş kıyıcılığını, onlardan gördüğüm nefreti, düşmanlığı, kötü davranışları; kendilerine gösterdiğim sevginin ve içten bağların karşılığı olarak yaptıkları kötülükleri unutturuyor, beni eskiden birlikte yaşadığım insanlar gibi iyi ve sıradan insanlara, sessiz evlere bir kez daha götürür gibi oluyor, bundan duyduğum hazzı tazeleyerek bir ölümlünün uğrayabileceği en kötü talihin içinde bile, hala mutlu ediyor.


Yedinci Gezi, Jean-Jacques Rousseau – Roman, Bir Kısmı
Kaynak: Yalnız Gezenin Düşleri, Jean-Jacques Rousseau, Araf Yayınları

Gönderen: Samet Altun, (05.10.16, 19.04)