öykü

Sekreter Aranıyor, Serpil Tuncer

Takvim pazarı gösteriyordu ve dünkü güneşli havadan eser yoktu. Bahar tüm şatafatıyla ağaçları donatırken rüzgâr, yağmuru da üzerine alarak yeni güne açılışını yaptı.

Ofisinde uyuyakalmıştı. Üşüyordu. Ellerinde garip bir uyuşma vardı. “Soğuktan olmadı” diye düşündü. Hafta içi satın aldığı siyah deri koltuktan apar topar kalktığında sıcağını oracığa bırakmıştı. Üzerine uyurken aldığı yün battaniyeyi güzelce katladı ve dolaba yerleştirdi.

Son günlerde iştahının iyice azaldığını görebiliyordu ama yine de yemek yemesi gerektiğini bildiğinden elektrikli ısıtıcının açma düğmesine dokundu. Birkaç dakika içinde kaynayan suyu fincana döktü ve içine poşet çayı salladı. Masada oturup hızlıca fincanı yudumladı. Ağzının yandığını hissetmemişti bile. Kahvaltı dediği bir fincan çaydan ibaretti.

Günün pazar olması beyninde alışık olduğu bir şimşek etkisi yarattı. Devamlılık hâline getirdiği hastane ziyaretlerini hatırladı. Nefret ediyordu bu ziyaretten; lakin elden gelen bir şey yoktu. Ne zamandır babasını görmeye gitmemişti.

Gelen baharla birlikte tabiatın dirilişinden bir anlam çıkartamayacak kadar hasta olan babasına gitmek üzere ofisten ayrıldı. İnsanlardan arınmış geniş caddelerde yürürken çabucak hastaneye gelivermişti. Üst kata çıktı.

Beyaz koridorlara gölgesini bırakarak ilerliyor, adımları, yıllardır anlam veremediği bu ziyarete katlanmaya çalışıyordu. 103 numaralı odaya geldiğinde kapıyı usulca araladı. Kendinden bîhaber bir avuç dolusu hastanın arasında gözleri tanıdık bir simayı arıyordu. Nerede olacağından hiç şüphe duymadan cam kenarındaki yatağa doğru ilerledi.

Sırt üstü yatmakta olan babasına doğru eğildi. Yüzünü görmek istiyordu. Babasının sarımtırak yüzüne baktığında yaşlandığını fark etti. Saçları gittikçe beyazlıyor, yanakları her görüş gününde daha bir içine çöküyordu.

Tanınmak arzusuyla babasının yanındaki sandalyeye sessizce çöktü. Saniyeler dakikalara akarken boş bakan gözlerin içinde kaybolmuş gibiydi. Hiç konuşmadı. Sonra oturduğu sandalyeden ayağa kalktı. Yüzünü saklayan babasına eğilerek onu öptü ve hastanenin koridorlarında şizofrenler için ayrılmış bölümden hızlıca uzaklaştı.

Şimdi boğazında tüküresi bir acı gezinip duruyordu. Tükürünce bu acının geçmeyeceğini biliyordu. Babasıyla yaşadığı sayısız hastane serüvenleri bu acıyı her defasında hatırlatıyor, o da çaresizce yutkunup bu acıya katlanmaya çalışıyordu.

Tekrar ofise geldiğinde yaptığı ilk iş pencereyi örten gri abajuru kaldırmak oldu. Günlerdir köşe kapmaca oynayan güneş, şeritli perdenin arasından sıyrılıp içini ısıtmıştı. Camı araladı. İçeriye yeni açmış çiçeklerin kokusu giriyordu. Derken kapı sesi duydu sanki. Yoksa ona mı öyle gelmişti? Evet, evet kapı vurulmuştu. Pazar günü gelen bu davetsiz misafiri karşılamak için kapıya yöneldi. Kapıyı açtığında karşısında bir kadın duruyordu. Kadının yüzüne baktığında içini bir kararsızlık aldı. “Konuşmalı mıyım?” diye düşünürken kelimeler ağzından dökülüverdi.

“Buyurun. Kime bakmıştınız?”

Kadın gülümsedi. Kumral kâküllerinin kapattığı alnını araladığında ela gözleri belirginleşmişti. Kısa bir suskunluktan sonra:

“İş ilanı için gelmiştim. İş hanının girişindeki “sekreter aranıyor” ilanı size ait değil mi? Yoksa yanlış mı geldim?”
“Ha! Evet. Burası. İlanı dün asmıştım ama bu kadar çabuk başvuru beklemiyordum doğrusu. İçeri buyurun!”

İçeriye dolan serin rüzgârı kesmek için hemen pencereyi kapattı. Kestaneden yapılmış ve özenle cilalanmış büyük çalışma masasına heyecanla oturdu.

Adını henüz öğrendiği Yonca Hanım’a kurduğu şirketinden bahsetti. Yeni bir yayın ve reklam kuruluşu olup, şirketin tek yetkilisinin şimdilik kendisinin olduğunu gururlanarak anlattı. İşlerinin yolunda olduğunu ve dışarıda olduğu zamanlarda ofisteki işleri yönetecek bir sekretere ihtiyaç duyduğu için hanın giriş kapısına ilanı astığını da ekledi.

İkinci sıcak çayını Yonca Hanım’la yudumlarken gözlerindeki ışıltı yüzüne yansıyordu. Konuşması, mimikleri, hazır cevaplılığıyla öne çıkan zeki bir yardımcı karşısında duruyordu. Sözü fazla uzatmadı. “İşe alındınız, Yonca Hanım! Pazartesi görüşmek üzere…” deyip genç kadını kapıdan geçirdiğinde kafasındaki iş planları daha da büyümeye başlamıştı.

O geceyi yine ofisinde geçirdi. Karanlıkta kadife bir kumaşa benzeyen siyah deri koltuğunda uyumaya çalışırken sabaha kadar kafasında kurguladığı şirketinin büyük adamı olmak hayalleri uyumasına izin vermiyordu. Düşler peşi sıra akarken uyumakta zorluk çektiğini hissetti. Sonra hiç yemek yemediğini hatırladı. En son yemeği ne zaman yediğini anımsamaya çalıştı ama uyku dalına basmış olacak ki, derin siyaha kaydı gözleri. Oracıkta geçti kendinden.

Sabah olduğunda yığınla iş onu bekliyordu. Zilin çalması üzerine kapıyı açıp yeni sekreterini karşıladı. Kadın işe tam saatinde gelmişti. Dosyalarını gözden geçirdi. Siparişlerini aldığı not defterine baktı. Temize çekmesi ve sonra da takip etmesi için hepsini Yonca Hanım’a verdi. İş hanının girişine astığı “eleman aranıyor” yazısını da kaldırdı.

Yonca, tam aradığı gibi bir personel çıkmıştı. Ertesi günler Yonca’nın varlığıyla ofisin işleri daha çekilir oldu. İlerleyen zaman içerisinde genç kadının bekâr olduğunu öğrendi. Ona karşı sergilediği disiplinli patron tavrı, geçen zaman içerisinde yerini arkadaşlığa bıraktı. Arkadaşlık ilerlediğinde ise aşk gelip kapıya dayanmıştı. Yonca’yı kaybetme, onu görememe korkusu, hayalin gerçeğe, gerçeğin hayale aktığı o keskin çizgi üzerindeydi artık. Onsuz geçen tek bir saniyeye bile tahammülü yoktu.

Ofisin işleri durmak bilmiyordu. Yoğun geçen iş temposuna, uykusuz geceler ve Yonca’yı da kaybetme duygusu eklenince, iyice zayıflamaya, hâlden düşmeye başladı. Yonca’nın dışarıda olduğu bir gün içi geçmişti. Yine babası rüyasında karşısına çıkmış, anlamsız gözlerle ona bakmıştı. Korkuyla irkildi. Masa başında uyuklamış, kötü bir düş görmüştü. Telefon aralıksız çalıyordu. Telefonu açtığında çocukluk arkadaşı Erol’un sesi kulağına geliyordu.

“Nerelerdesin Gökhan. Seni merak ettim. Evi arıyorum açmıyorsun. Öldün mü kaldın mı yahu?”
“Ofiste yatıyorum. İşlerim çok yoğun.”
“Sesin kötü geliyor. Üşüttün mü sen?”
“Hayır, ama ben… Ben kendimi bitkin hissediyorum!” demesiyle ahize elinden düştü. Sesine karşılık bulamayan Erol, yarım saat içerisinde ofise gelmişti. Tedirgindi. Israrla zile basmasına rağmen kapıyı açan olmadı. İş hanının güvenliğinden yedek anahtarı alıp içeri girdiğinde halsiz bir hâlde masanın başında yatan Gökhan’ı gördü. Günlerce yıkanmayan, üstü başı kir içinde, iyice zayıflamış ve yanakları içeri çökmüş bir adam karşısında duruyordu. Telaşa düşen Erol, Gökhan’ı en yakın hastaneye götürdü. Acil serviste bir şişe serum yedikten sonra kendine gelen genç patron, hiç hasta değil gibi işlerinin yoğunluğunu anlatıp duruyordu. Neydi ondaki bu iş hırsı? Erol, Gökhan’ın bu hâline anlam veremiyordu. Çocukluk arkadaşı gitmiş, yerine başka bir adam gelmişti sanki. Gökhan’dan duyduğu Yonca’nın varlığı bir nebze de olsa Erol’u rahatlatmıştı. Arkadaşı hiç olmazsa bir ofis çalışanıyla aynı ortamdaydı. Hastane çıkışı Gökhan’ı eve bıraktı. Ofise geldiğinde ise ortalarda Yonca’yı göremedi. Saat epey ilerlemişken kapıyı kilitleyip ofisten ayrıldı.

Ertesi gün Erol, erkenden ofise geldi. Yonca’nın gelmesini bekliyordu ama çalan kapıyı açtığında içeriye ilk giren Gökhan olmuştu.

“Günaydın Gökhan. Nasıl oldun? İyi misin?”
“Evet, daha iyiyim.”
“Bu arada sekreterin nerede? Gelmemiş.”
“O bugün izinli. Bu hafta çok yoğun çalıştı. Dinlenmesi lazım.”
“Sen yokken kasa defterine baktım da; ne gelen hesap var, ne giden… İşim çok diyorsun ama görünüşe göre sinek avlıyorsun. Üstelik iki haftadır ofisten dışarı hiç çıkmamışsın. Güvenlik söyledi. Oğlum ne halt karıştırıyorsun sen? Başın belada mı yoksa?”
“Saçmalama, işim çok diyorum sana! Hem artık iyi bir yardımcım da var.”
“Kim? Yonca mı?”
“Evet. Ta kendisi…”
“Yine yıkanmamışsın. Sendeki bu pasaklılık da ne, anlamıyorum.”
“Yorgunluk… İnan ki başka bir sorun yok. Hatta hayatımın en güzel günlerini yaşıyorum desem bana inanır mısın?”
“Neymiş o güzel olan?”
“Yonca’dan başkasını gözüm görmüyor! Onu kaybedecek korkusu yaşıyorum. Bu korku beni öldürecek gibi, anlıyor musun? Galiba aşığım.”
“Şaşırdım doğrusu. Yıllarca iş kurup iş batırdın. Bir baltaya sap olamadın, bari kızla evlen de bir yuvan olsun!”
“Ben de öyle düşünüyorum. Yarın evlenme teklif edeceğim. Kabul eder mi sence?”
“Bunu ona sorman lazım. Bu haberin neticesini mutlaka bana bildir! Hatta iyi bir fikrim var. Yarın Yonca’yı da al ve bize yemeğe gel. Aysel de görsün kızı! Biz de tanıyalım!”
“Olur” deyince Erol iyice rahatladı. Doğrusu Gökhan’ın ağzından düşmeyen bu kızı çok merak ediyordu.

Ertesi akşam Erolların kapı zili uzun uzun çalındı. Kapıyı, misafirleri için zengin bir sofra donatan Erol’un eşi Aysel açacaktı ki, salataya doğradığı soğan gözlerini yaşarttığı için yapamadı. Kadın yüzünü yıkamak için banyoya ilerlerken kapıyı açma görevi Erol’a düştü. Arkadaşının evlenme teklif edeceği kızla tanışmak için can atan Erol, kapıyı açtığında karşısında elinde çiçeklerle Gökhan’ı gördü. Gökhan gülümsüyordu:

“İşte bu Yonca!” derken kapıdaki boşluğu işaret ediyordu. Erol afallamıştı. Ne diyeceğini bilemedi. Bir an duraksadı. Delil toplamaya çalışan bir dedektif gibi yaşadıklarını hızlıca beyninden geçirdi. Delilleri üst üste koydu. Yazılmamış kasa defteri, hiç müşterisi olmayan bir ofis, belki de iş hanına hiç asılmamış “sekreter aranıyor” yazısı… Ortalarda hiç görünmeyen Yonca… Kir pas içinde yemeden içmeden kesilen bir adam…

Zihni kayık bir adamın hayalle gerçeği ayıramayan belleğinden dökülen saçmalıklar… Erol, şaşkınlıktan hâlâ boşluğa baktığını fark etti. Ne yapacağını bilemiyordu. Gökhan’a Yonca var gibi mi davranmalıydı yoksa yüzüne açıkça babasının yolundan gittiğini mi haykırmalıydı? Belirsizlik sesini çıkarmasına izin vermiyordu.

Boşluğa baktı. Sadece boşluğa… 


Sekreter Aranıyor, Serpil Tuncer – Öykü
Kaynak: Sekreter Aranıyor, Serpil Tuncer, Dil ve Edebiyat Dergisi
Gönderen: Samet Altun, (10.09.16, 10.24)