anlatı, roman

Sekizinci Gezi, Jean-Jacques Rousseau

“İşte yeryüzünde yalnızım; kendimle başbaşayım; artık ne kardeşim var, ne bir benzerim, ne dostum ne de ait olduğum bir toplum. İnsanların en şefkatlisi, en cana yakını, bu insanlar arasından söz birliği ile dışlandı. Bunlar, olanca kinleriyle hassas ruhuma hangi azabın daha çok dokunabileceğini araştırıp beni kendilerine bağlayan bağları kesip attılar. Onları istemedikleri hâlde sevebilecektim. Sevgimden ancak insan olmaktan çıkma yoluyla kurtuldular. (…)”
Birinci Gezi, Yalnız Gezerin Düşleri

Ömrüm boyunca, farklı durumlarda bulunduğum ruh durumlarını düşünürken, yazgımın değişikliklerinin üzerimde yaptığı olumlu ya da olumsuz etkiler arasındaki oransızlığa şaşıyorum. Kısa yükseliş dönemlerim, yarattıkları sürekli etkiyle ilgili olarak hoş denebilecek hemen hiçbir anı bırakmadılar. Buna karşılık, yaşamımın bütün düşkünlüklerinde, kendimde her zaman sevecen, ince, tatlı duygular yaşadım ki, bunlar üzüntülü yüreğime şifa vermekte, acılarımı zevke çevirmekteydiler. Onların güzel anısı, aynı zamanda çektiğim acılarınkinden sıyrılmış olarak yaşamaktadır. Bana öyle geliyor ki gerçekten yaşadığım, yaşamanın zevkini en çok tattığım zamanlar, duygularımın talihim dolayısıyla sanki yüreğimin çevresinde toplandığı; özel değerleri olmadığı halde insanlarca beğenilen ve mutlu sandığımız kimselerin tek uğraşı olan şeyler üzerinde dağılmadığı zamanlardır.

Yaşadığım çevredeki işler düzen içinde gittiği ve ben de bu çevreden hoşnut olduğum zaman, onu sevgiyle sarardım. Kendisini dışa vurmaktan haz duyan ruhum, daha başka konuları da kaplardı. Bin türlü zevk beni kendimden uzaklara çeker, yüreğim birçok güzel eğilime kapılır ve ben de kendimi unuturdum. Kendi benliğime yabancı olan şeylere teslim olur ve yüreğimin heyecanları içinde, insan yazgısının bütün acılarını duyardım. Bu fırtınalı yaşam, ne içimde ne de dışımda rahat yüzü gösterirdi. Mutlu görünmekle birlikte, duygularımdan hiçbiri yoktu ki üzerinde biraz durunca hoşlanabileyim. Ne kendimden, ne başkasından hiçbir gün tümüyle hoşnut olmadım. Dünyanın gürültüsü beni sersem ediyor, yalnızlık içimi sıkıyordu; boyuna yer değiştirmek gereğini duymakta, hiçbir yerde rahat etmemekteydim. Oysa herkes beni sever, arar, ağırlardı; ne düşmanım vardı, ne de bana kötü gözle bakan ya da ne de kıskanan bir kimse. Herkes bana hizmet etmek istediği için ben de hepsine hizmet etmek fırsatını bulurdum; hiçbir malım, işim, beni kışkırtacak kimse ve herkesçe tanınmış beceri ve yeteneğim olmadığı halde, bütün bunların sağladığı ayrıcalıklardan yararlanıyor ve durumu ne olursa olsun, hiçbir ölümlünün benden mutlu olamayacağına inanıyordum. Mutlu olmak için ne eksiğim vardı sanki? Bilemem. Ama, olmadığımı biliyorum. Bugün de insanların en talihsizi sayılmak için neyim eksik? İnsanların bunu sağlamak için yaptıklarından hiçbiri. İşte bu üzücü durumda bile, kimliğimi ve talihimi en mutlu insanlarınkiyle değişmem ve onların talihini tatmaktansa, kendi düşkünlüğüm içinde kalmayı yeğlerim. Evet, kendi kendime bırakıldım ve kendi özümle besleniyorum; ama tükenmiyor ve bana yetiyor. Bedenimin yorduğu ruhum günden güne çökmekte ve bu ağır yükün altında yaşlanmış iskeletinden eskisi gibi atılma gücünü bulamıyor.

Talihsizlik işte, bizi yazgımız konusunda bu gibi düşüncelere yöneltir; aslında insanların birçoğunun düşkünlüğe dayanamamaları bu yüzdendir. Kendinde eksiklik ve suçtan başka bir şey bulmayan bana gelince, başıma gelen yıkımları zayıflığıma verir, avunurum; çünkü, gönlümden bile isteye çıkmış bir kötülük yoktur.

Bununla birlikte, durumuma bakınca, onun korkunç olduğunu görmemek budalalık olur. Oysa, insanların en duyarlısı olan ben, ona hiçbir yürek coşkusu duymadan bakmaktayım. Ve kendimi hiç kimsenin dehşet duymaksızın seyredemeyeceği bir durumda gördüğümde, kendimi zorlamaksızın ilgisiz kalıyorum.

Bu noktaya nasıl vardım? Uzun zamandan beri, ayrımında olmadan çevremi sarmış bulunan kötü niyeti sezdiğimden beri böyle dingin değildim. Onu keşfedince şaşkınlık içinde kaldım; alçaklık ve hainlik beni gafil avladı. Bu tür acılara hazırlanmış hangi temiz ruh vardır? Onları beklemek için hak etmiş olmalı. Kurulan tuzakların hepsine düştüm. Başkaldırıya, öfkeye, saçmalamaya kapılarak pusulayı şaşırdım. Aklım işlemez oldu; beni attıkları karanlıklar içinde ne yolumu gösterecek bir aydınlık buldum, ne de ayakta tutacak ve kapıldığım umutsuzluğa dayanmamı sağlayacak bir destek.

Böyle korkunç bir durumda, nasıl rahat ve mutlu yaşanabilirdi? Ama, bu durum henüz sürüyor ve ben rahat, mutlu yaşamaktayım; tatlı tatlı çiçeklerle, çocuk eğlenceleriyle uğraşıp bana acımasız davrananları bile düşünmezken onların kendilerine ettikleri inanılmaz eziyetlere gülmekteyim.

Bu değişiklik nasıl oldu? Elbette duyumsanamaz bir biçimde. İlk izlenim korkunçtu. Kendimi sevgiye ve beğenilmeye layık, sevildiğimi ve sayıldığımı sanan ben, birdenbire, yeryüzünde eşi görülmemiş bir canavara dönüştürüldüğümü gördüm. Bütün bir kuşak, olduğu gibi ve kuşkulanmaksızın ya da utanmaksızın ve işi anlamak gereksinmesi duymaksızın bu garip kanıya hemen katılıyor; ben de o anlaşılmaz dönüşümün hikmetine bir türlü varamıyorum. Düşmanlarımı benimle konuşmak zorunda bırakmak istedim; ama kaçındılar. Uzun süre boş yere üzüldükten sonra, biraz ara vermek gerekti. Ama, hâlâ umudu kesmemiştim. Ve kendi kendime diyordum ki: “Aymazlığın bu derecesi, bir insanı tanımadan yargılamanın böyle budalacası bütün insanlığa mal edilemez. Şu saçmalamalara katılmayan akıllı kimseler, alçaklıktan ve hainlerden nefret eden ruhlar da vardır. Arayalım; belki sonunda bir insana rasgelirim. Bulursam, düşmanlarım yok olacaktır”. Boşuna aradım ve bulamadım. Bana karşı olan kötülük birliği dünyaya yayılmıştı, umarı yoktu; gizini bir türlü öğrenemeden bu mânevi sürgün içinde öleceğime eminim.

Bu hüzünlü devrimdedir ki, uzun süren kaygılardan sonra, payıma düşmesi gereken umutsuzluk yerine ruh dinginliğine erince, mutluluğa bile kavuştum; çünkü ömrümün her günü bir öncekini bana zevkle anımsatmakta ve ertesi gün için de başka bir şey dilememekteyim.

Bu fark neden ileri geliyor? Tek bir şeyden: zorunlu olmaya ses çıkarmadan boyun eğmeyi öğrenmekten. Binbir yere    bağlanmaya çalışırken    hepsi    elimden kaçıp da kendi kendime kalınca, dengemi yeniden buldum. Her    yandan sıkıştırılmama    karşın    o dengeyi koruyorsam, artık    hiçbir şeye bağlanmadığımdan, yalnızca kendime dayandığımdandır.

Kamuoyuna    karşı bu denli coşkuyla    başkaldırdığımda, ayrımına    varmaksızın bir boyunduruk taşımaktaydım. Değerini bilip beğendiğimiz kimselerin beğenilmesini isteriz; insanlar, hiç değilse kimileri konusunda olumlu yargılar verebildiğim sürece, onların benim hakkımdaki yargılarına kayıtsız kalamazdım; halkın yargılarının çoğu kez doğru olduğunu görüyorsam da, bu yoldaki adaletin raslantıdan başka bir şey olmadığını, düşüncelerinin dayandığı kuralların yalnızca tutkularından ve o tutkuların belirtisi olan “önyargı”lardan çıktığını görmüyordum: nitekim doğru düşündükleri zaman bile, bu, kötü bir temele    dayanır; örneğin bir    işte başarı gösteren bir kimseyi    beğenir görünmekle adaletin gerekliliğine değil, yansız görünmek gereksinmesine uyar ve aynı kişiye başka noktalarda kara çalmaktan çekinmeyiz.

Ama, bu denli uzun ve boşuna araştırmadan sonra, hepsinin bir şeytan kafasından çıkmış en acımasız ve en anlamsız bir yargıya bağlandıklarını, aklın bütün kafalardan ve adaletin bütün gönüllerden çıkarıldığını, bütün bir kuşağın kimseye kötülük etmemiş ve dilememiş bir talihsize çullanan kılavuzlarının gözlerini döndüren öfkeye uyduğunu, boş yere bir “insan” arayıp da bulamadığım kanısına varmak gerektiğini görünce, yeryüzünde yalnız olduğumu ve çağdaşlarımın bana oranla ancak içgüdüleriyle işleyen ve eylemlerini devinim yasalarıyla hesap edebileceğim makine yaratıklar olduklarını anladım. Onların ruhunda bulunduğunu varsayabileceğim amaçların ya da tutkuların hiçbiri, bana karşı aldıkları durumu benim anlayacağım biçimde açıklamaya yarayamazdı. Böylece, onların kanılarının benim gözümde anlamı kalmamış ve onlar da bana karşı her türlü ahlak kaygısından sıyrılmış ve türlü biçimlerde eyleme geçirilen kitlelerden başka bir şey olmamıştır.

Başımıza gelen herhangi bir belada, etkisinden çok niyete bakarız. Damdan düşen bir kiremit bizi çok daha ağır yaralar ama kötü bir elin attığı taş gibi üzmez; taş hedefe değmeyebilir, ama niyet yapacağını yapar. Yüksek bir konumdan düşüşte en az duyumsanan, maddesel acıdır; talihsizler, dertlerinin sorumluluğunu yükleyecek kimse bulamadılar mı, bunu, yalnızca kendilerine eziyet ettiğini kuruntuladıkları, kafası işler ve gözü görür bir kişi olarak düşündükleri yazgıya yüklerler. Ütülmekten üzülen bir kumarcı, kime kızdığını bilmeksizin öfkeye kapılır; talihi kendisine düşman sanır ve öfkesini besleyen bu kanıyla kendi kendine yarattığı düşmana ateş köpürür. Uğradığı yıkımlarda ancak kör bir zorunluğun darbesini sezen bilge, bu gibi saçmalamalara düşmez; acısı içinde bağırır ama öfkelenmez; uğradığı derdin yalnızca maddesel etkisini duyar; yediği darbeler vücudunu ne denli yaralasa da hiçbiri yüreğine dek uzanamaz.

Böyle bir sonuca ulaşmak da az şey değildir, ama yine yetmez. Bu noktada durmak, hastalığın belirtilerini ortadan kaldırdıktan sonra kökünü kazımadan bırakmak anlamına gelir. Çünkü, bu kök bize yabancı bulunan kimselerde değil, bizim kendimizdedir; işte onu orada yok etmeli. Kendime gelmeye başlayınca işte bunları pek iyi duyumsadım. Başıma gelenleri açıklamaya çalışırken, aklım bana birçok anlamsız ve saçma kanıt gösteriyordu; o yüzden anladım ki, bütün bu nedenlerin ve gereçlerin gizine varamayacağıma göre, benim gözümde geçerli olmamaları gerekirdi; yazgımın bütün evrelerine, ne amaca, ne de manevi nedenlere bağlı olmayan saf bir “yazgı”nın cilveleri diye bakmak; boşuna olduğu için başkaldırmaksızın, düşünmeksizin boyun eğmek; yeryüzünde artık bana düşenin, kendimi her türlü etkiye bırakılmış bir adam olarak görmek zorunluğu karşısında talihime direnecek denli sahip olduğum gücü ona boş yere direnmeye harcamamak gerektiğine inandım. İşte, kendi kendime söylediklerim bunlardı; aklım da gönlüm de onlara yatıyor, ama gönlümün hala söylendiğini duyumsuyorum. Bu söylenme nereden geliyordu. Aradım; buldum: insanlara karşı başkaldırdıktan sonra akla karşı da başkaldıran onurumdan gelmekteydi.

Bunu anlamak sanıldığı gibi kolay değildi; çünkü kara çalınmış bir suçsuz, küçücük benliğinin büyüklenmesine saf bir adalet aşkı süsü verir. Ancak, kaynağın aslı bir kez bulundu mu onu kurutmak, hiç değilse başka yöne çevirmek kolaydır. Kendini beğenme duygusu, ağırbaşlı ruhlarda başlıca etkendir. Düşlemleri pek bol olan onur, kılık değiştirerek o beğenmenin yerine geçer. Ama, hile ortaya çıkıp da onur saklanamadı mı, artık ondan korkulmaz; bastırılması zordur ama sonunda yola gelir.

Ben, onura hiçbir zaman çok önem vermedim. Ancak o, toplum içinde yaşadığım ve hele yazarlık ettiğim dönemde epey şişmişti; bendeki, belki başkalarındakinden daha hafif, ancak yine çok büyüktü. Aldığım korkunç dersler onu çarçabuk ana sınırları içine kapattılar; o, ilk önce, haksızlığa başkaldırdı, sonra aşağı gördü; kendisini birçok şeyler istemeye iten dış ilişkilerden ve karşılaştırmalardan, yeğlemlerden (tercihlerden) vazgeçerek, benim yalnızca kendime karşı iyi olmamla yetindi. Ve o zaman, onur sevdası biçimine yeniden girerek, doğanın düzenine dönüp, beni de başkalarının düşündüklerine önem verme kaygısından kurtardı.

O günden sonra, ruhum dinlendi, mutluluğa kavuşur gibi oldum. Çünkü, herhangi bir durumda bizi her zaman mutsuz kılan, o kaygıdır. Onu bir yana çekerek aklımızı dinlediğimiz anlarda, kaçınması elimizde olmayan dertlerin avuntusunu buluruz. Onlarla ilgilenmemekle, en acı etkilerinden kaçınma olanağına aklımız bu dertleri içimize hemen işlemedikleri oranda yok eder. Onları düşünmeyenler için hiçtirler. Çektiği acıların yalnızca kendilerini düşünüp bunda bir kasıt aramayanlar ve tuttuğu yeri başkalarının keyfine borçlu olmadığını bilenler için aşağılamalar, öçler, saldırılar, haksızlıklar ve dahası, başkaları için hakkından vazgeçmeleri birer hiçtir. İnsanlar beni nasıl görmek isterse istesin, ben neysem oyum. Ne yaparlarsa yapsınlar, onların gücüne, gizli düzenlerine karşın olduğum gibi olacağım ben. Şurası bir gerçektir ki, onların benim için düşündükleri, gerçek durumum üzerinde etkilidir: Aramıza çektikleri set yaşlılığıma ve gereksinmelerime yarayacak her türlü kaynaktan beni yoksun kıldı; parayı bile yararsız kılıyor, çünkü gereksindiğim işlere yaramamakta; onlarla benim aramda ne ilişki, ne iletişim, ne de yardımlaşma kaldı. İnsanların ortasında yalnızım; bunu gidermenin yolunu ancak kendimde bulabileceğim; oysa bu yaşımda, bu durumumda bulacağım çözüm yolları pek zayıf. Dert büyük, büyük ama öfkelenmeksizin direnme yolunu bulduğumdan beri bana işlemez oldu. Gerçek gereksinmelerin belirlediği noktalar azdır; o noktaları çok gösteren, sakınganlık ve imgelemdir; bu yüzdendir ki kaygıya düşer, kendimizi mutsuz kılarız. Bana gelince, yarın acı çekeceğimi bilsem de bugün çekmediğime göre üzülmem. Geleceğini bildiğim dertten değil, duyumsadığım dertten üzülürüm ki, bu da onu hayli hafifletir. Yapayalnız, hasta yatağımda düşkünlükten, soğuktan ve açlıktan ölebilirim, kimse de benim için üzülmez. Ama ne önemi var ki, kendim bile üzülmüyorum; talihime karşı başkaları denli ilgisizim? Yaşama ve ölüme, hastalığa ve sağlığa, servete ve yoksulluğa, şana ve kara çalmaya aynı ilgisizlikle bakmış olmak, hele benim yaşımda, az iş midir? Bütün yaşlılar her şeyden kaygı duyar, ben hiçbir şeyi umursamam. Ne olacaksa olsun beni tasalandırmaz. Bu tasasızlığın gizi kendi usumda değil, düşmanlarımdadır ve bunların bana ettikleri kötülüğü sanki giderir. Beni talihsizliğe karşı duygusuz kılmakla bana öyle iyilik ettiler ki, bu, beni onun etkilerine karşı korumakla edebilecekleri iyilikten çok daha büyüktür. Talihsizliği duyumsamamak, beni ondan korkmaktan kurtarmazdı; oysa kendime baş eğdirmekle ondan korkmaz oldum.

Bu ruh durumu, ömrümün sıkıntılı günlerinde beni en mutlu anlarımı yaşıyormuşum gibi, özyapımın kayıtsızlığına döndürüyor; nesnelerin, bana, acı kaygılarımı anımsattığı kısa dakikaların dışında, beni kendilerine çeken sevgilerime yönelerek gönlüm doğuştan bağlandığı duygularla yine beslenmekte. Bunlardan, o duyguları yaratan ve ortak eden düşlemsel yaratıklarla birlikte (gerçekten yaşıyorlarmış gibi) zevk alıyorum; ancak, onları yaratmış bulunanlar, benim için canlı kimselerdir; ne bırakmalarından korkarım, ne aldatmalarından. Yıkımlarımla birlikte sürecek, dertlerimi unutturmaya yeteceklerdir.

Her şey beni, içinde yaşamak için doğduğum mutlu ve tatlı yaşama sanki geri getirmekte. Ömrümün dörtte üçünü, beynimi ve duyarlığımı doyuran meraklı, hoş konularla, ya da gönlüme göre yarattığım ve onu besleyen düşlemimin çocuklarıyla ya da kendisinden hoşnut ve hakkım olduğunu bildiğim mutlulukla dolu kendimle baş başa geçirmekteyim. Bütün bunda etken, benliğime bağlılığımdır; yoksa “onur” değil. Ama yalancıktan gönül almalarına, gösterişli ve zavallı iltifatlarına, tatlılığa bürünmüş kötülüklerine oyuncak olduğum insanlar arasında, hâlâ geçirdiğim üzünçlü anlar büsbütün başkadır; ne yapsam, nasıl davransam, onur o zaman egemenliğini yürütür. O kaba kalıbın altından yüreklerinde gördüğüm kin ve düşmanlık benim yüreğimi parçalar; ahmakça gafil avlanmış olmak düşüncesi de, anlamsızlığını pek iyi duyumsadığım halde bir türlü yenemediğim onurun sonucu ortaya çıkan öfkeyi de o acıya katar. Bu aşağılayan ve alaylı bakışlara alışmak için gösterdiğim çabalar, inanılmayacak denli büyüktür; o çetin savaşıma alıştırma olsun diye, en kalabalık gezinti yerlerinden yüzlerce kez geçtim; başarılı olmadıktan başka hiçbir şeyi de çözümleyemedim; ağır ve boş çabalarım sonucunda da, eskisinden daha kolay şaşıran, utanan ve başkaldıran bir adam olarak kaldım.

Ne etsem duygularıma uymak zorunda olduğum için etkilerinden hiçbir zaman kaçınmadım; onlar etkilendikçe yüreğimin de aynı etkiyi duymaması olanaksız. Ama, bu geçici ruhsal durumlar, bunlara neden olan duygulanımlar gibi sürüyor. Kin duyan bir adamın erinci, beni şiddetle rahatsız eder; ama, o rahatsızlık adamın gitmesiyle birlikte geçer. Onu görmediğim zaman, düşünmem bile. Benimle ilgileneceğini iyice bilsem de, onunla ilgilenemem. O anda duyumsamadığım acı, bana dokunmaz; gözümün görmediği düşman benim için yoktur. Bu ruh durumunun talihime egemen olanlara bağışladığı üstünlüğü biliyorum. Üstünlüklerinden istediklerince yararlansınlar; darbelerinden korunmak için onları düşünmek zorunda kalmaktansa, bana, direnişle karşılaşmaksızın acı çektirmelerini yeğlerim.

Ömrümün tek acısı, duygularımın yüreğime bu türlü etkisidir. Kimseye raslamadığım yerlerde yazgımı düşünüyor, onu duymuyor, çekemez oluyorum. Engelsiz ve değişiklik olmaksızın mutluyum, hoşnutum. Ama, duygularıma dokunan herhangi bir darbeden habersiz kaldığım pek azdır; onu hiç aklıma getirmediğim dakikalarda bile herhangi bir davranış, gözüme ilişen uğursuz bir bakış, rasgeldiğim mutsuz bir adam beni altüst etmeye yeter. Böyle bir durumda yapabileceğim tek şey hemen unutmak ve kaçmaktır. Gönlümün üzüntüsü, nedeniyle birlikte yiter; yalnız kalır kalmaz yatışırım. Beni kaygılandıran, yolumda başka yeni bir acı çekme konusuyla karşılaşmaktır. Tek derdim budur; ama rahatımı kaçırmaya yeter. Paris’in göbeğinde oturuyorum. Evimden çıktığım zaman kır görünümüyle yalnızlık ararım. Ama bunlara kavuşmak için o denli uzaklara gitmeli ki… Şöyle rahat bir soluk almadan önce yolda gönlümü hırpalayacak bin türlü şeye raslarım ve aradığım köşeye varıncaya dek, günün yarısı kaygıyla geçer. Gideceğim yere ulaşabilirsem ne mutlu! Kötü insanlar topluluğundan sıyrıldığım anlar pek tatlıdır ve kendimi ağaçların, çimenlerin ortasında görünce cennette sanır, insanların en mutlusuymuşum gibi zevk duyarım.

Pek iyi anımsarım ki kısa yükselme dönemlerimde, bugün o denli hoş görünen gezintiler, bana yalnızca sıkıntı verirdi. Köyde birinin evinde bulunduğum zaman, biraz yürümek ve temiz hava almak için, çoğu kez yalnız çıkar ve bir hırsız gibi kaçarak bahçede ya da kırda dolaşırdım. Ama, bugünkü sessizliği duyumsayacak yerde, beni salonlarda ilgilendiren boş düşüncelerin hummasını birlikte taşır, orada bıraktığım kimseleri düşünürdüm. Onur davasının ateşiyle dünyanın gürültüsü ve patırtısı, korulukların serinliğini duymamı engeller, yalnızlığın dinginliğini bozardı. Ormanların derinliklerine kaçsam da, beni izleyen ve bütün doğayı gözlerime örten sıkıcı bir kalabalık vardı. Toplumun sevdalarından ve zavallı kalabalığından sıyrıldıktan sonradır ki doğayı bütün güzellikleriyle yeniden buldum.

İstemimin egemen olamadığı o eğilimleri engellemenin olanaksızlığını görünce, bu yoldaki çabalarımı kestim. Her darbede kendimi öfkeye ve başkaldırıya terk eder, gücüm yetmeyen doğayı, önce coşsun diye bırakır; yalnızca sonuçlarını etkisiz kılmaya çalışırım. Ateşli gözler, kızarmış bir yüz, organların titremesi, boğucu çarpıntıların hepsi vücudumuzla ilgili işler olup, bunları akılla yönetemeyiz. Ama doğaya istediği gibi coşma iznini verdikten sonra insan benliğini yenerek kendine gelebilir. İşte, ilk önce başarısızlıkla, sonraları da başarıyla yaptığım budur. Gücümü boş bir direnişle tüketmekten vazgeçerek, onu yenme fırsatını aklıma havale ediyorum; çünkü akıl, sözünü işittirebildiğinde konuşur. Ne? Akıl mı dedim? Ona utkunun onurunu vermek yanılgıdır; çünkü utkuda hiçbir payı yok. Her şey, zorlu rüzgarların sarstığı ve rüzgar kesilince durulan kararsız bir özyapıdan doğuyor. Beni kışkırtan o özyapının ateşli yönü; yatıştıransa gevşek yönüdür. Karşılaştığım zorunlukların hepsine yenilirim; herhangi bir çarpışma, bende kısa ama pek canlı bir davranışa yol açar. Çarpışma bitince, bu davranış da biter; dışımdaki şeylerin yol açtığı duygular bende yaşayamaz. Talihin cilveleriyle insanların düzenleri, böyle yaratılmış bir adama pek etki edemez; tutkuların beni sürekli olarak etkilemesi için, her an yenilenmeleri gerekir. Çünkü en kısa bir ara verme, beni kendime getirir. İnsanlar duyarlığıma egemen oldukları sürece, onların istediği gibi bir adamım; ama, bir an için fırsat buldum mu doğanın dilediği olurum; ne derlerse desinler, değişmeyen durumum budur. Onu daha önce anlattım. İnsanların ettiği kötülükler bana hiçbir bakımdan dokunmaz; beni korkutan yalnızca yapabilecekleri kötülüktür. Bununla birlikte, bana sürekli bir acı veremeyeceklerine artık inandığım ilk düzenlerine gülmekte, onlara karşın benliğimden zevk almaktayım.


Sekizinci Gezi, Jean-Jacques Rousseau – Roman, Bir Kısmı
Kaynak: Yalnız Gezenin Düşleri, Jean-Jacques Rousseau, Bordo Siyah Yayınevi
Gönderen: Samet Altun, (19.07.17, 22.15)