şiir

Saman Sarısı, Nâzım Hikmet Ran

Vera Tulyakova’ya derin saygılarımla

I

Seher vaktı habersizce girdi gara ekspres 
kar içindeydi 
ben paltomun yakasını kaldırmış perondaydım 
peronda benden başka da kimseler yoktu 
durdu önümde yataklı vagonun pencerelerinden biri 
perdesi aralıktı 
genç bir kadın uyuyordu alacakaranlıkta alt ranzada 
saçları saman sarısı kirpikleri mavi 
kırmızı dolgun dudaklarıysa şımarık ve somurtkandı 
üst ranzada uyuyanı göremedim 
habersizce usulcacık çıktı gardan ekspres 
bilmiyorum nerden gelip nereye gittiğini 
baktım arkasından 
üst ranzada ben uyuyorum 
                           Varşova’da Biristol Oteli’nde 
yıllardır böyle derin uykulara dalmışlığım yoktu 
oysa karyolam tahtaydı dardı 
genç bir kadın uyuyor başka bir karyolada 
saçları saman sarısı kirpikleri mavi 
ak boynu uzundu yuvarlaktı 
yıllardır böyle derin uykulara dalmışlığı yoktu 
oysa karyolası tahtaydı dardı 
vakıt hızla ilerliyordu yaklaşıyorduk gece yarılarına 
yıllardır böyle derin uykulara dalmışlığımız yoktu 
oysa karyolalar tahtaydı dardı 
iniyorum merdivenleri dördüncü kattan 
asansör bozulmuş yine 
aynaların içinde iniyorum merdivenleri 
belki yirmi yaşımdayım belki yüz yaşımdayım 
vakıt hızla ilerliyordu yaklaşıyorduk gece yarılarına 
üçüncü katta bir kapının ötesinde bir kadın gülüyor sağ elimde kederli bir 
          gül açıldı ağır ağır 
Kübalı bir balerinle karşılaştım ikinci katta karlı pencerelerde 
taze esmer bir yalaza gibi geçti alnımın üzerinden 
şair Nikolas Gilyen Havana’ya döndü çoktan 
yıllarca Avrupa ve Asya otellerinin hollerinde oturup içtikti yudum 
          yudum şehirlerimizin hasretini 
iki şey var ancak ölümle unutulur 
anamızın yüzüyle şehrimizin yüzü 
kapıcı uğurladı beni gocuğu geceye batık 
yürüdüm buz gibi esen yelin ve neonların içinde yürüdüm 
vakıt hızla ilerliyordu yaklaşıyordum gece yarılarına 
çıktılar önüme ansızın 
oraları gündüz gibi aydınlıktı ama onları benden başka gören olmadı 
bir mangaydılar 
kısa konçlu çizmeleri pantolonları ceketleri 
kolları kollarında gamalı haç işaretleri 
elleri ellerinde otomatikleri vardı
omuzları miğferleri vardı ama başları yoktu
omuzlarıyla miğferlerinin arası boşluktu
hattâ yakaları boyunları vardı ama başları yoktu
ölümlerine ağlanmayan askerlerdendiler
yürüdük
korktukları hem de hayvanca korktukları belli
gözlerinden belli diyemem
başları yok ki gözleri olsun
korktukları hem de hayvanca korktukları belli
belli çizmelerinden
korku belli mi olur çizmelerden
oluyordu onlarınki 
korkularından ateş etmeğe de başladılar artsız arasız
bütün yapılara bütün taşıt araçlarına bütün canlılara
her sese her kıvıltıya ateş ediyorlar
hattâ Şopen Sokağı’nda mavi balıklı bir afişe ateş ettiler
ama ne bir sıva parçası düşüyor ne bir cam kırılıyor
ve kurşun seslerini benden başka duyan yok
ölüler bir SS mangası da olsa ölüler öldüremez
ölüler dirilerek öldürür kurt olup elmanın içine girerek
ama korktukları hem de hayvanca korktukları belli
bu şehir öldürülmemiş miydi kendileri öldürülmeden önce
bu şehrin kemikleri birer birer kırılıp derisi yüzülmemiş miydi
derisinden kitap kabı yapılmamış mıydı yağından sabun saçlarından sicim
ama işte duruyordu karşılarında gecenin ve buz gibi esen yelin içinde sıcak
            bir fırancala gibi
vakıt hızla ilerliyordu yaklaşıyordum gece yarılarına
Belveder yolunda düşündüm Lehlileri
kahraman bir mazurka oynuyorlar tarihleri boyunca
Belveder yolunda düşündüm Lehlileri
bana ilk ve belki de son nişanımı bu sarayda verdiler
tören memuru açtı yaldızlı ak kapıyı
girdim büyük salona genç bir kadınla
saçları saman sarısı kirpikleri mavi
ortalıkta da ikimizden başka kimseler yoktu
bir de akvareller bir de incecik koltuklar kanapeler bebekevlerindeki gibi
ve sen bundan dolayı
bir resimdin açık maviyle çizilmiş belki de bir taş bebektin
belki bir pırıltıydın düşümden damlamış sol mememin üstüne
uyuyordun alacakaranlıkta alt ranzada
ak boynun uzundu yuvarlaktı
yıllardır böyle derin uykulara dalmışlığın yoktu
ve işte Kırakof şehrinde Kapris Barı
vakıt hızla ilerliyor gece yarılarına yaklaşıyoruz
ayrılık masanın üstündeydi kahve bardağınla limonatamın arasında
onu oraya sen koydun
bir taş kuyunun dibindeki suydu
bakıyorum eğilip
bir koca kişi gülümsüyor bir buluta belli belirsiz
sesleniyorum
seni yitirmiş geri dönüyor sesimin yankıları
ayrılık masanın üstündeydi cıgara paketinde
gözlüklü garson getirdi onu ama sen ısmarladın
kıvrılan bir dumandı gözlerinin içinde senin
cıgaranın ucunda senin
ve hoşça kal demeğe hazır olan avucunda
ayrılık masanın üstünde dirseğini dayadığın yerdeydi
aklından geçenlerdeydi ayrılık
                 benden gizlediklerinde gizlemediklerinde
ayrılık rahatlığındaydı senin
                                         senin güvenindeydi bana
büyük korkundaydı ayrılık
birdenbire kapın açılır gibi sevdalanmak birilerine ansızın
oysa beni seviyorsun ama bunun farkında değilsin
ayrılık bunu farketmeyişindeydi senin
ayrılık kurtulmuştu yerçekiminden ağırlığı yoktu tüy gibiydi diyemem
          tüyün de ağırlığı var ayrılığın ağırlığı yoktu ama kendisi vardı
vakıt hızla ilerliyor gece yarıları yaklaşıyor bize
yürüdük yıldızlara değen Ortaçağ duvarlarının karanlığında
vakıt hızla akıyordu geriye doğru
ayak seslerimizin yankıları sarı sıska köpekler gibi geliyordu
ardımızdan koşuyordu önümüze
Yegelon Üniversitesi’nde şeytan taşlara tırnaklarını batıra batıra dola-
            şıyor
bozmağa çalışıyor Kopernik’in Araplardan kalma usturlabını
ve pazar yerinde bezzazlar çarşısının kemerleri altında rok end rol oynu-
           yor Katolik öğrencilerle
vakıt hızla ilerliyor gece yarılarına yaklaşıyoruz
vuruyor bulutlara kızıltısı Nova Huta’nın
orda köylerden gelen genç işçiler madenle birlikte
      ruhlarını da alev alev döküyor yeni kalıplara
ve ruhların dökümü madenin dökümünden bin kere zordur
Meryem Ana kilisesinde çan kulesinde saat başlarını çalan borozan gece
           yarısını çaldı
Ortaçağdan gelen çığlığı yükseldi
                                       şehre yaklaşan düşmanı verdi haber
ve sustu gırtlağına saplanan okla ansızın 
borazan iç rahatlığıyla öldü 
ve ben yaklaşan düşmanı görüp de haber veremeden öldürülmenin acısını 
            düşündüm 
vakıt hızla ilerliyor gece yarıları ışıklarını yeni söndürmüş bir vapur 
           iskelesi gibi arkada kaldı 
seher vaktı habersizce girdi gara ekspres 
yağmurlar içindeydi Pırağ 
bir gölün dibinde gümüş kakma bir sandıktı 
kapağını açtım 
içinde genç bir kadın uyuyor camdan kuşların arasında 
saçları saman sarısı kirpikleri mavi 
yıllardır böyle derin uykulara dalmışlığı yoktu 
kapadım kapağı yükledim sandığı yük vagonuna 
habersizce usulcacık çıktı gardan ekspres 
baktım arkasından kollarım iki yanıma sarkık 
yağmurlar içindeydi Pırağ 
sen yoksun 
uyuyorsun alacakaranlıkta alt ranzada 
üst ranza bomboş 
sen yoksun 
yeryüzünün en güzel şehirlerinden biri boşaldı 
içinden elini çektiğin bir eldiven gibi boşaldı 
söndü artık seni görmeyen aynalar nasıl sönerse 
yitirilmiş akşamlar gibi Vıltava suyu akıyor köprülerin altından 
sokaklar bomboş 
bütün pencerelerde perdeler inik 
tıramvaylar bomboş geçiyor 
                                             biletçileri vatmanları bile yok 
kahveler bomboş 
                            lokantalar barlar da öyle 
vitrinler bomboş 
                   ne kumaş ne kıristal ne et ne şarap 
                   ne bir kitap ne bir şekerleme kutusu 
                   ne bir karanfil 
şehri duman gibi saran bu yalnızlığın içinde bir koca kişi yalnızlıkta on kat 
            artan ihtiyarlığın kederinden silkinmek için Lejyonerler Köprü- 
            sü’nden martılara ekmek atıyor 
                        gereğinden genç yüreğinin kanına batırıp 
                        her lokmayı 
vakıtları yakalamak istiyorum 
parmaklarımda kalıyor altın tozları hızlarının 
yataklı vagonda bir kadın uyuyor alt ranzada 
yıllardır böyle derin uykulara dalmışlığı yoktu 
saçları saman sarısı kirpikleri mavi 
elleriyse gümüş şamdanlarda mumlardı 
üst ranzada uyuyanı göremedim 
ben değilim bir uyuyan varsa orda 
belki de üst ranza boş 
Moskova’ydı üst ranzadaki belki 
duman basmış Leh toprağını 
                            Birest’i de basmış 
iki gündür uçaklar kalkıp inemiyor 
ama tirenler gelip gidiyor bebekleri akmış gözlerin içinden geçiyorlar 
Berlin’den  beri kompartımanda bir başımayım 
karlı ovaların güneşiyle uyandım ertesi sabah 
yemekli vagonda kefir denen bir çeşit ayran içtim 
garson kız tanıdı beni 
iki piyesimi seyretmiş Moskova’da 
garda genç bir kadın beni karşıladı 
beli karınca belinden ince 
saçları saman sarısı kirpikleri mavi 
tuttum elinden yürüdük
yürüdük güneşin altında karları çıtırdata çıtırdata
o yıl erken gelmişti bahar
o günler Çobanyıldızına haber uçurulan günlerdi
Moskova bahtiyardı bahtiyardım bahtiyardık
yitirdim seni ansızın Mayakovski Alanı’nda yitirdim ansızın seni oysa
        ansızın değil çünkü önce yitirdim avucumda elinin sıcaklığını senin
        sonra elinin yumuşak ağırlığını yitirdim avucumda sonra elini
ve ayrılık parmaklarımızın birbirine ilk değişinde başlamıştı çoktan
ama yine de ansızın yitirdim seni
asfalt denizlerinde otomobilleri durdurup baktım içlerine yoksun
bulvarlar karlı
seninkiler yok ayak izleri arasında
botlu iskarpinli çoraplı çıplak senin ayak izlerini birde tanırım
milisyonerlere sordum
görmediniz mi
eldivenlerini çıkarmışsa ellerini görmemek olmaz
elleri gümüş şamdanlarda mumlardır
milisyonerler büyük bir nezaketle karşılık veriyor
görmedik
İstanbul’da Sarayburnu akıntısını çıkıyor bir romorkör ardında üç
              mavna
gak gak ediyor da vak vak ediyor da martı kuşları
seslendim mavnalara Kızıl Meydan’dan romorkörün kaptanına sesleneme-
              dim çünkü makinası öyle gümbürdüyordu ki sesimi duyamazdı
              yorgundu da kaptan ceketinin düğmeleri de kopuktu
seslendim mavnalara Kızıl Meydan’dan
görmedik
girdim giriyorum Moskova’nın bütün sokaklarında bütün kuyruklara
ve yalnız kadınlara soruyorum
yün başörtülü güler yüzlü sabırlı sessiz kocakarılar
al yanaklı kopça burunlu tazeler şapkaları yeşil kadife
ve genç kızlar tertemiz sımsıkı gayetle de şık
belki korkunç kocakarılar bezgin tazeler şapşal kızlar da var ama onlardan
            bana ne
güzeli kadın milleti erkeklerden önce görür ve unutmaz
görmediniz mi
saçları saman sarısı kirpikleri mavi
kara paltosunun yakası ak ve sedef düğmeleri kocaman
Pırağ’da aldı
görmedik
vakıtlarla yarışıyorum bir onlar öne geçiyor bir ben
onlar öne geçince ufalan kırmızı ışıklarını görmez olacağım diye ödüm
          kopuyor
ben öne geçtim mi ışıldakları gölgemi düşürüyor yola gölgem koşuyor
           önümde gölgemi yitireceğim diye de bir telâştır alıyor beni
tiyatrolara konserlere sinemalara giriyorum
Bolşoy’a girmedim bu gece oynanan operayı sevmezsin
Kalamış’ta Balıkçının Meyhanesine girdim ve Sait Faik’le tatlı tatlı
            konuşuyorduk ben hapisten çıkalı bir ay olmuştu onun karaciğeri
            sancılar içindeydi ve dünya güzeldi
lokantalara giriyorum estırat orkestraları yani cazları ünlülerin
sırmalı kapıcılara bahşiş sever dalgın garsonlara
gardroptakilere ve bizim mahalle bekçisine soruyorum
görmedik
çaldı geceyarısını Stırasnoy Manastırı’nın saat kulesi
oysa manastır da kule de yıkıldı çoktan
yapılıyor şehrin en büyük sineması oralarda
oralarda on dokuz yaşıma rastladım
birbirimizi birde tanıdık
oysa birbirimizin yüzünü görmüşlüğümüz yoktu fotoğraflarımızı bile
ama yine de birbirimizi birde tanıdık şaşmadık el sıkışmak istedik
ama ellerimiz birbirine dokunamıyor aramızda kırk yıllık zaman duruyor
uçsuz bucaksız donmuş duruyor bir kuzey denizidir
ve Stırasnoy Alanı’na şimdi Puşkin Alanı kar yağmaya başladı
üşüyorum hele ellerim ayaklarım
oysa yün çoraplıyım da kunduralarımla eldivenlerim kürklü
çorapsız olan oydu bezle sarmış postallarında ayaklarını elleri çıplak
ağzında ham bir elmanın tadı dünya
on dördünde bir kız memesi sertliği avuçlarındaki
gözünde türkülerin boyu kilometre kilometre ölümün boyu bir karış
ve haberi yok başına geleceklerin hiçbirinden
onun başına gelecekleri bir ben biliyorum
çünkü inandım onun bütün inandıklarına
sevdim seveceği bütün kadınları
yazdım yazacağı bütün şiirleri
yattım yatacağı bütün hapislerde
geçtim geçeceği bütün şehirlerden
hastalandım bütün hastalıklarıyla
bütün uykularını uyudum gördüm göreceği bütün düşleri
bütün yitireceklerini yitirdim
saçları saman sarısı kirpikleri mavi
kara paltosunun yakası ak ve sedef düğmeleri koskocaman
görmedim

II

On dokuz yaşım Beyazıt Meydanı’ndan geçiyor çıkıyor Kızıl Meydan’a 
          Konkord’a iniyor Abidin’e rastlıyorum da meydanlardan konuşu- 
          yoruz 
evveli gün Gagarin en büyük meydanı dolaşıp döndü Titof da dolaşıp 
          dönecek hem de on yedi buçuk kere dolanacak ama daha bundan 
          haberim yok 
meydanlarla yapılardan konuşuyoruz Abidin’le tavan arasındaki otel 
          odamda 
Sen ırmağı da akıyor Notr Dam’ın iki yanından 
ben geceleyin penceremden bir ay dilimiymiş gibi görüyorum Sen 
          ırmağını rıhtımında yıldızların 
bir de genç bir kadın uyuyor tavan arasındaki odamda Paris damlarının 
          bacalarına karışmış 
yıllardır böyle derin uykulara dalmışlığı yoktu 
saman sarısı saçları bigudili mavi kirpikleriyse yüzünde bulut 
çekirdekteki meydanla çekirdekteki yapıdan konuşuyoruz Abidin’le 
meydanda fırdönen Celâlettin’den konuşuyoruz 
Abidin uçsuz bucaksız hızın renklerini döktürüyor 
ben renkleri yemiş gibi yerim 
ve Matis bir manavdır kosmos yemişleri satar 
bizim Abidin de öyle Avni de Levni de 
mikroskobun ve füze lumbuzlarının gördüğü yapılar meydanlar renkler 
          ve şairleri ressamları çalgıcıları onların 
hamlenin resmini yapıyor Abidin yüz elliye altmışın meydanlığında 
suda balıkları nasıl görüp suda balıkları nasıl avlayabilirsem öyle görüp 
          öyle avlayabilirim kıvıl kıvıl akan vakıtları tuvalinde Abidin’in 
Sen ırmağı da bir ay dilimi gibi 
genç bir kadın uyuyor ay diliminin üstünde 
onu kaç kere yitirip kaç kere buldum daha kaç kere yitirip kaç kere 
          bulacağım 
işte böyle işte böyle kızım düşürdüm ömrümün bir parçasını Sen ırmağına 
          Sen Mişel Köprüsü’nden 
ömrümün bir parçası Mösyö Düpon’un oltasına takılacak bir sabah çise- 
          lerken aydınlık 
Mösyö Düpon çekip çıkaracak onu sudan Paris’in mavi suretiyle birlikte 
          ve hiçbir şeye benzetemiyecek ömrümün bir parçasını ne balığa ne 
          pabuç eskisine 
atacak onu Mösyö Düpon gerisin geriye Paris’in suretiyle birlikte suret 
          eski yerinde kalacak. 
Sen ırmağıyla akacak ömrümün bir parçası büyük mezarlığına ırmakların 
damarlarımda akan kanın hışırtısıyla uyandım 
parmaklarımın ağırlığı yok 
parmaklarım ellerimle ayaklarımdan kopup havalanacaklar salına salına 
          dönecekler başımın üstünde 
sağım yok solum yok yukarım aşağım yok 
Abidin’e söylemeli de resmini yapsın Beyazıt Meydanı’nda şehit düşenin 
          ve Gagarin Yoldaşın ve daha adını sanını kaşını gözünü bilmediği- 
          miz Titof Yoldaşın ve ondan sonrakilerin ve tavan arasında yatan 
          genç kadının 
Küba’dan döndüm bu sabah 
Küba meydanında altı milyon kişi akı karası sarısı melezi ışıklı bir 
          çekirdek dikiyor çekirdeklerin çekirdeğini güle oynaya 
sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin 
işin kolayına kaçmadan ama 
gül yanaklı bebesini emziren melek yüzlü anneciğin resmini değil 
ne de ak örtüde elmaların 
ne de akvaryumda su kabarcıklarının arasında dolanan kırmızı balığınkini 
sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin 
1961 yazı ortalarında Küba’nın resmini yapabilir misin 
çok şükür çok şükür bugünü de gördüm ölsem de gam yemem gayrının 
          resmini yapabilir misin üstat 
yazık yazık Havana’da bu sabah doğmak varmışın resmini yapabilir misin 
bir el gördüm Havana’nın 150 kilometre doğusunda deniz kıyısına yakın 
          bir duvarın üstünde bir el gördüm 
ferah bir türküydü duvar 
el okşuyordu duvarı 
el altı aylıktı okşuyordu boynunu anasının 
on yedi yaşındaydı el ve Mariya’nın memelerini okşuyordu avucu nasır 
          nasırdı ve Karayip denizi kokuyordu 
yirmi yaşındaydı el ve okşuyordu boynunu altı aylık oğlunun 
yirmi beş yaşındaydı el ve okşamayı unutmuştu çoktan 
otuz yaşındaydı el ve Havana’nın 150 kilometre doğusunda deniz 
          kıyısında bir duvarın üstünde gördüm onu 
okşuyordu duvarı 
sen el resimleri yaparsın Abidin bizim ırgatların demircilerin ellerini 
Kübalı balıkçı Nikolas’ın da elini yap karakalem 
kooperatiften aldığı pırıl pırıl evinin duvarında okşamaya kavuşan ve 
          okşamayı bir daha yitirmeyecek Kübalı balıkçı Nikolas’ın elini 
kocaman bir el 
deniz kaplumbağası bir el 
ferah bir duvarı okşayabildiğine inanamayan bir el 
artık bütün sevinçlere inanan bir el 
güneşli denizli kutsal bir el 
Fidel’in sözleri gibi bereketli topraklarda şekerkamışı hızıyla fışkırıp 
          yeşerip ballanan umutların eli 
1961’de Küba’da çok renkli çok serin ağaçlar gibi evler ve çok rahat evler 
          gibi ağaçlar diken ellerden biri 
çelik dökmeğe hazırlanan ellerden biri 
mitralyözü türküleştiren türküleri mitralyözleştiren el 
yalansız hürriyetin eli 
Fidel’in sıktığı el 
ömrünün ilk kurşunkalemiyle ömrünün ilk kâadına hürriyet sözcüğünü 
          yazan el 
hürriyet sözcüğünü söylerken sulanıyor ağızları Kübalıların balkutusu bir 
          karpuzu kesiyorlarmış gibi 
ve gözleri parlıyor erkeklerinin 
ve kızlarının eziliyor içi dokununca dudakları hürriyet sözcüğüne 
ve koca kişileri en tatlı anılarını çekip kuyudan yudum yudum içiyor 
mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin 
hürriyet sözcüğünün resmini ama yalansızının 
akşam oluyor Paris’te 
Notr Dam turuncu bir lamba gibi yanıp söndü ve Paris’in bütün eski 
          yeni taşları turuncu bir lamba gibi yanıp söndü 
bizim zanaatları düşünüyorum şiirciliği resimciliği çalgıcılığı filan düşü- 
          nüyorum ve anlıyorum ki 
bir ulu ırmak akıyor insan eli ilk mağaraya ilk bizonu çizdiğinden beri 
sonra bütün çaylar yeni balıkları yeni su otları yeni tatlarıyla dökülüyor 
          onun içine ve kurumayan uçsuz bucaksız akan bir odur. 
Paris’te bir kestane ağacı olacak 
Paris’in ilk kestanesi Paris kestanelerinin atası 
İstanbul’dan gelip yerleşmiş Paris’e Boğaz sırtlarından 
hâlâ sağ mıdır bilmem sağsa iki yüz yaşında filân olmalı 
gidip elini öpmek isterdim 
varıp gölgesinde yatsak isterdim bu kitabın kâadını yapanlar yazısını 
          dizenler nakışını basanlar bu kitabı dükkânında satanlar para verip 
          alanlar alıp da seyredenler bir de Abidin bir de ben bir de bir saman 
          sarısı belâsı, başımın.



Saman Sarısı, Nâzım Hikmet Ran – Şiir
Kaynak: Son Şiirleri, Nâzım Hikmet Ran, Adam Yayıncılık
Gönderen: Samet Altun, (22.12.17, 23.44)
Seslendiren: Nâzım Hikmet Ran